Varoluş Dergisi

UNUTULMAZ MILLENUM’A GİRİŞ

Tüm vücudu kırıklar içinde inleyerek yatıyordu. Bir yudum su içmeye hali yoktu. Öyle yormuştu ki hayat onu; bu kaza üstüne tuz biber olmuştu. “Yavrucum” dedi kısık bir sesle “bana oradan biraz su verir misin?” Hemen kalktım ve bir bardak ılık su alıp yudum yudum içirdim. Teşekkür etti ağlamayla karışık… İyi olması en büyük dileğimdi o yıl için… Peki bu noktaya nasıl mı gelmiştik?

Sene 1999 üniversite sınavına hazırlanıyorum. O kadar stresli bir dönem ki bir an önce bu sınav olsun bitsin istiyorum artık. Temmuz ayında dershaneye başlamanın verdiği yorgunluk da var tabii. Bir taraftan ablam hamile ve bizim yanımızda, doğumuna az bir zaman kalmış onun heyecanı da var hepimizde. 25 kasım sabahı bir telaşla kalktık meğer doğum başlamış. Hemen komşumuz Nevzat amcalara haber verdik çünkü onlar bize tembih etmişti, doğum için hastaneye gitmek gerektiğinde saat kaç olursa olsun mutlaka onlara haber vermemiz için. Biz de onlara haber verdik ve apar topar hastaneye gittik, saat sabahın dördü. Annemin panik atağı, ablamın küçük hıçkırıklarla ağlaması ve serin kanlı olmaya çalışan ortanca ablamın herkesi sakin tutmaya çalışması o günle ilgili aklımda kalan karelerdendi. Neyse ki hastaneye vakitlice gittik ve beklenen an gelmişti. Minik yeğenimiz ablamın minyatürü şeklinde karşımızda sessiz sakin duruyordu. Öyle güzel ve minikti ki anlatamam. Haberi alan herkes geldi. Ve tabii çocuk delisi anneannem! Torununun çocuğunu görme heyecanıyla hemen yola koyulmuşlardı çünkü teyzemle. Kütahya’dan ilk otobüse binip geldiler. Herkeste bir heyecan, bir sevinç ve bir de bunun üzerine annemin bayılması 🙂 Ne kadar ilginç bir gündü o gün. Babam da şehir dışında görevli olduğu için gelmesi birkaç gün sonra olmuştu. Haftalar böyle geçti. Yeğenim erken doğduğu için ciğerleri tam oluşmadığından belli bir süre kuvözde kaldı ve sonra eve çıktıklarında oldukça steril bir ortam sağlandı. Bulunduğu odaya kimse giremiyordu. Anneannem de artık Kütahya’ya dönecekti. Terminale götürdük ve inince taksiye binip eve gitmesini sıkıca tembihledik. Oradan eve dönük bizim ufaklığı uzaktan izledik sonra birer kahve içtik ve klasik akşam yemeği hazırlığı. Yemeğe oturduk ve telefon çaldı babamın “tüh tüh” sesi ile hepimiz irkildik. “Tamam tamam” deyip telefonu kapattı ve hemen ne olduğunu sorduk; anneannem otobüsten inip eve gitmek için karşıdan karşıya geçerken minibüs çarpmış ve durumu çok ağırmış. Annem, babam ve ben hemen yola koyulduk. Ağlamaktan içimiz çıkmıştı. Ona bir şey olursa ne yapardım ben, düşüncesi bile korkunçtu. Kütahya’da tedavi imkanı yetersiz olunca Eskişehir’e sevk edildi, biz de direkt oraya gittik. Dayım, dedem ve teyzem oradaydı, o kadar kötü bir andı ki… Ben zaten benlikten çıkmıştım, dayım beni sakinleştirmek için sınav hazırlığım hakkında sorular soruyordu, bana soru dergileri almıştı, en çok hangi sayı hoşuna gitti falan diye kafamı dağıtmakla meşguldü. Bir taraftan ağlayıp bir taraftan da bu soruları sorması unutamadığım bir andı nedense, direkt aklıma bu kare gelir. On gün burada kaldıktan sonra taburcu edildi ancak birkaç gün sonra evde fenalaşınca Ankara’ya getirdik. Aralık ayı, her yer buz gibi soğuk tıpkı ruhlarımız gibi… Doktorlar “Her şeye hazırlıklı olun akciğer embolisi olmuş ve kalçadaki kırık çok ciddi, ameliyata almak zorundayız, tabii ki bu da risk taşıyor” dedi. Biz tedavi olmasını kabul ettik çünkü tüm vücudu kırık ve yara bere içindeydi. Zaten neden taburcu edildiğine hiç anlam verememiştik. Hemen odası ayarlandı ameliyat günü organize edildi. Ve çok şükür başarılı bir ameliyat sonrası tedavi şekli belirlendi. Doktorlar “Bu aşama daha kritik, çünkü akciğerler her an kanama yapıp sıkıntı çıkarabilir, o nedenle bakımında hassasiyet önemli” dedi. Kaburgaları komple kırık olduğu için akciğere batmış ve bundan dolayı biraz sıkıntı yaşanacağı iletildi. Her gün dershaneden çıkar çıkmaz anneannemin yanına giderdim. Yeni yıla on gün vardı neredeyse. Millenium çağı diye o kadar heyecanlanmıştık ve hepimiz öyle güzel umutlar beslemiştik ki o çağdan… Ve milleniuma girişimiz hastanede oldu. Tüm aile bizdeydik. Dershane çıkışı önce eve uğradım ve yılbaşını anneannemin yanında geçirmek istediğimi söyledim. Annem yanımda götürmem için yaptığı börekler ve kurabiyelerden bir çanta hazırladı. Ben de yeni yıl için hazırladığım giysilerimi giydim ve çantamı alıp çıktım. Anneannemin odasına girdiğimde camdan dışarıyı izliyordu sessiz sessiz. Geldiğimi görünce çok sevindi hemen ağlamaya başladı, “Neden geldin ki, evde dursaydın” dedi. Hiç böyle bir günde onu yalnız bırakabilir miydim? “Yavrucum bir yudum su verir misin?” dedi, yatağını hafif dikleştirip yudum yudum içirdim ama ciğerleri çok rahatsız ettiğinden iki yudumu zor içmişti. Kat o kadar sessizdi ki ama o sessizliğin içinde çok farklı bir huzur da gizliydi sanki. Yemeklerimiz geldi bir lokma anneanneme veriyor sonra kendi yemeğimden yiyordum. “Yoruldum biraz uyuyayım” dedi. Yemeğini aldım ve kaldırdım. Ben de test kitabımdan sorular çözmeye başladım. Gece on bir gibi katta hareketlilik başladı, her odadan bir ikram geliyordu ben de çikolata almıştım katta dağıtmak için ve hemen bu etkinliğe katıldım. Odamızın yanında Zekai Tunca’nın annesi yatıyordu ve o gece kendisi de gelmişti. Onun bir yanındaki odada da Güven Hokna’nın annesi yatıyordu. Onlarla tanışma fırsatı bulmak benim için o tuhaf duygular yaşadığım millenium gecesinin heyecan verici anlarıydı, Güven Hokna nasıl da tatlı bir hanımdı. Sohbetler, iyi dilekler ve hastalara moralle geçen bir saat sonrası saatler 00:00’ı gösterdiğinde camdan havai fişekleri görebiliyorduk, o an anneannemin yüzündeki gülümseme her şeye yetmişti 🙂 Hayatında hiç havai fişek görmeyen anneannem sızılar içinde yattığı hastane odasının camından o görsel şöleni izleyebilmişti. Sonra Güven Hanım pasta kesmek için koridora çağırdı güzel sohbetler eşliğinde pastamızı kesip; odalara ve hemşirelere dağıttık. Sonra ben anneannemle kendi payımızı alıp odaya geçtim. Bir lokmacık aldı yalnızca ve sabaha kadar çok güzel bir sohbet ettik… Bu hayatta neden hiç yüzünün gülmediğini sorguladı durdu, vefat eden dayımın acısı hala içindeydi, üzerinden on yıl geçmesine rağmen o sızı hep onunlaydı. Hasta yatağında yatarken dayıma yirmi sene hastanelerde nasıl baktıklarını anlattı durdu… Çaresizlik içinde çareyi aramak oldukça zor bir durumdu. Keşke ben de onun yanına gitsem artık dediği an! “Anneanne sus lütfen dedim, her şeye rağmen bak birlikteyiz, sohbet ediyoruz daha benim öğretmen olduğumu göreceksin ve benim başımı beklemeye geleceksin!” diye çıkış yaptım biraz 🙂 Hak etmişti çünkü bunu… Sonra ağlayarak “İnşallah yavrucuğum, Allah ömür verdiyse çok isterim tabi” dedi. Ve bu yılın hepimize iyi gelmesine niyet ederek birbirimize hafifçe sarılıp bir süre öyle kaldık.

Şimdi düşünüyorum da en anlamlı geçen yılbaşı akşamlarımdan biriydi anneannemle hastanede girdiğim millenium yılı. En sevdiğim insanla baş başa sabaha kadar yan yana oturabilmek bence Allah’ın bize sunduğu bir armağandı… Çünkü sadece anneannem, onun tatlı sesi, yamuk parmaklı elleri ve ağrılarından dolayı 3 cm. kadar minicik alnının kaşlarını çatmasından daha da küçüldüğü o tatlı suratı vardı, ne güzeldi onun o “yavrucuğum” diyen sesi… Niyetlerimiz hep iyilikle örülü olsun yeter, o yıla nasıl girdiğinizin bir önemi de yok, aslında bulunduğumuz anı renklendirmek sadece bizim elimizde. O anı keyifli kılabiliyorsak ne mutlu bize. Bu yüzden anda kalmanın ve o anı hissetmenin kıymeti oldukça büyük. Hep anda kalmanın keyfini yaşayabileceğiniz insanlar olsun hayatımızda. Sevgi dolu ve huzurla kalmanız dileğiyle.

Gönül DOĞAN

Gönül Doğan

Ben Gönül DOĞAN. 24 Ocak'ta Almanya'da doğdum, fakat ben küçükken babamın görevi nedeniyle kesin dönüş yaparak Ankara'ya yerleştik. 3 kız kardeşin en küçüğüyüm. Evliyim ve 2 kedimiz var. İlk kedimiz Lucy diğeri ise Lucy'nin yavrusu Fredy. Çocukluğumun yaz ayları anneannem ve dedemle geçtiği için sevgi dolu bir şekilde büyüdüm. Hayvan sevgisi ve doğa sevgisini bana onlar aşıladılar. Geçen seneye kadar özel bir bankanın genel müdürlüğünde çalışıyordum. Ancak bedenimin sesine kulak vererek görevimden istifa etmek durumunda kaldım. Ve kendime yatırıma başladım. Hayat koşturmacası içinde bazı şeyleri sorgulamaya vakit ayırmadığımı, bir boşlukta savrulduğumu gördüm. Artık daha çok okuyor ve daha çok dinliyorum. Hayır diyebilme konusunda kendimi geliştiriyorum. Her insanın kendine böyle zaman dilimi yaratması gerektiği görüşündeyim. İşte bu zaman aralığında Reiki ile tanıştım. Çocukluk arkadaşım uzun yıllardır Reiki ile ilgileniyor ve aynı zamanda Astroloji eğitimi alıyordu. Bir gün beni arayıp kendime yatırımda bulunmam gerektiğini ima etti ve Reiki ile tanışmama vesile oldu. Kendim için önemli bir adımı daha atmış oldum. Mutfakta zaman geçirmek en sevdiğim hobilerimden, özellikle farklı tatlar denemek benim için oldukça heyecan verici. Allah'ın yarattığı alternatifli gıdaları görmek ürpertici... Çiğ karabuğdayın ekmeğe dönüştüğü, bademin yoğurt olabildiği muhteşem bir dünyayı deneyimlemek benim için oldukça kıymetli. Her daim yolumuzun açık, aydınlık ve güzelliklerle dolu olmasına niyet ediyorum. Sevgilerimle...

Yorum yap

İnternet üzerinden dijital yayın hayatına ilk olarak 2013 yılında başlamış olan Varoluş Dergisi, kısa bir aradan sonra şimdi yeniden okurları ile birlikte. Değerli yazarlarımız, Spiritüalizm, Reiki, Yoga, Astroloji ve Yaşam alanlarında, siz değerli okurlarımız için yazıyor…

Arşivler