Varoluş Dergisi

KENDİNİ BİL

Gözlerini açmaya çalışırken, göz kapaklarındaki toz gözünün içine girerek,  gözyaşının akmasına neden oldu. Vücudunu kıpırdatamadığını sonra da, sol kolundaki derin sızıyı hissetti, neler olmuştu böyle. Bedenini hareket ettirebiliyordu ama hareket edecek alanı yoktu. Yan yattıklarını ve yatağın demiri sayesinde kollandığını dokunarak fark etti. Tek hatırladığı yatmadan önce ayrılık kararı almalarıydı. İşte yine o gecelerden biriydi. Yavaşça başını çevirdiğinde eşini gördü ve hayatta hiç bu kadar mutlu olmamıştı, ama o mutluluk saniyesinde derin bir korkuya dönüştü. Seslendi hemen;

-Duru, lütfen uyan uyan…

Kıpırdamıyordu Duru, o anda aklından ilk tanıştıkları an geçti, sonra çok pişman oldu düşündüklerinden. Biraz daha dikkatli bakınca bacağının üstündeki yığını gördü, gözyaşlarını tutamıyor, kıpırdayamamanın verdiği öfkeyle kendine kızıyordu. Kanı göremiyor ama kokusunu duyuyordu. Kendini zorlayarak biraz daha uzandı ve elini yakalayabildi. Biraz da sarsarak, seslenmeye başladı.

Kısa bir süre sonra Duru uyandı. Hiç bir şekilde kıpırdayamamanın verdiği, rahatsızlıkla, ne yapacağını bilememenin arasında kalmışlardı. Sadece beklemekten başka bir çarenin olmadığını anlamışlardı. Evet sadece beklemek. Tüm yapmaları gereken buydu. Akıllarına gelen hatırladıkları tüm çağrıları yapmışlardı. Gerisi sessizlik ve sessizlikten gelen anlamsız sesler. Bastırmak için konuşmaya başladılar. İnsanın o anda af dilemek geliyor içinden, yaşadığı tüm günahların bir bedeli diye düşünüyor ve ölümün o soğuk, bilinmez hissinin yaklaştığı sihirli anlar.

3 saat geçmişti, her şeye rağmen saati çalışıyordu. Çalışıyordu çalışmasına da, her yer karanlık ve boğuk seslerle doluydu, beyninin içinde yüzlerce düşünce dönerken, şimdi bu yıkıntının içinde eşiyle beraber ne yaşıyor anlamaya çalışıyordu. Evet, tamam bu bir deprem olmalıydı. peki ya şimdi ne olacaktı, daha ne kadar bekleyeceklerdi. Böyle düşünürken eşinden bir itiraf geldi.

– ‘Beni affet, lütfen’ dedi, dua ederek. Sana haksızlık ettim.

– Haksızlık mı ne haksızlığı!

– Senden habersiz çocuğumuzu aldırdım.

– Aldırmak mı, nasıl yaparsın böyle bir şey! Aramızdaki bağ nasıl bu kadar kopabildi.

– Emin değildim, bazı şeyler kötüye gidiyordu ve affet beni, çok özür diliyorum.

Derken gözyaşları sel olmuş akıyordu.

-Şu anda burada ölümün eşiğindeyiz ve bunlar hiç yaşanmasa ben bunu hiç öğrenemeyecekmişim gibi bir hisse kapıldım ve sen af diliyorsun! Öyle mi?

İnanılmaz bir çözülme yaşadılar, bir tür günah çıkartmak gibiydi ve görünenin ardındaki görünmeyen gerçekler. Sonunda Ali şöyle bir şey söyledi;

-Acaba kaç kişi düşündüğünü yaşıyor bu hayatta merak ediyorum.

Sessiz bir bekleyişe geçtiler bir süre,  bedenlerindeki acıyı hafifletecek tek şey yalnız olmamalarıydı. Olanların içinden geçerken tüm yaşamları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyor, ruhsal itirafların ardı arkası kesilmiyordu.  Duru’nun gücü iyice bitmeye başlamıştı ve içindeki derin acı fiziksel bedenini yavaş yavaş kaplıyordu. Duru hiç hareket edemiyordu ve bilinci gidip gelmeye başlamıştı. Ali’nin yapabileceği hiçbir şeyin olamaması, onu deliye çevirmişti. Ama yoktu işte, yapabileceği tek bir şey yoktu. Duru’nun bedeninin gitgide soğuduğunu fark ediyordu, sadece elini tutabiliyor kendi de bacaklarını hareket ettirebiliyor. Uzanabiliyordu. Buna bile sevinemiyordu çünkü Duru’yu bu şekilde görmek onu mahvediyordu. Ona sımsıkı sarılmak istiyor, yapamıyordu. Bir yandan da içindeki öfke vicdanını zorluyordu. Tam bir dualite yaşıyordu.

Dışarıdan anlam veremedikleri sesler, kokular, geliyor. Ali’de Duru’nun dikkatini dağıtıp uyanık tutmak için, çabalıyordu. Bazen sesler yoğunlaşıyor o anda umutları artıyor ama sesler uzaklaşıverince hüzünlü bir bekleyiş yerini alıyordu. Hızlı bir iniş çıkış yaşıyorlardı. Zihin anlamlandıramadığı yerde kapatıyordu kendini, bazen çok hızlı çalışıyor sanki bütün hayatının muhasebesini yapar gibi aklına en olmadık şeyleri bile getiriyor bazen de donup kalıyor sessizleşiyordu. Ama kesin olan bir şey vardı o da bedenleri sanki onlara ait değil de oradan çıkıp gideceklermiş gibi hissetmeleriydi. Hayır, olamazdı böyle bir şey. Tanrı neden cezalandırsındı ki! Nasıl bir günah işledik ki diye düşündü.

-Daha yaşayacağımız çok şey var, neden şimdi neden burası diye birden bağırdı Ali.

Saatler geçiyordu, derin bir tartışmanın içindeydiler.  Konuşmalar hiçbir ayrıntının, yalanın, gizemin kalmadığı itiraflara dönerken, hem bunu yapıp hem de biz ne yapıyoruz burada şimdi böyle deyip utanıyorlardı. Kelimelerin bittiği yerde avazları çıktığı kadar bağırıyorlar, güçlerinin bittiği noktada yine derin bir sessizlik ve hüzne geçiyordu.

-‘Yaşamak ne kadar farklıymış’ dedi Ali. Herkes şunu yapın, bunu yapın diyordu, ama uykuda yakalanmak, işte bunu ne okudum ne de duydum.

Yaşamın anlamını, gizemini neden yaşadıklarını sorguladılar saatlerce. Tanrım bunu yaşamam için neden şimdi bu zaman diye söylerken, Ali öfke ile konuştu…

-Bana bir kişi söyle lütfen, şu anda tüm servetimi vermeye hazırım, kendi içinde dualite yaşamayan, yaşamıyla hayali bir olan ve kendi isteğiyle kendi istediği hayatı yaşayan bir kişi ya sadece bir!

Duru öylece kaldı. Ali masmavi gözlerini ilk gördüğü günü hatırladı Duru’nun onu orada öylece bırakmak, sonsuzluğa gidişini izlemek, hayır tüm bu yaşananlar bir şaka olmalıydı. Saatine baktı dünya saat kaçı gösteriyordu acaba, sadece sesi duyabiliyordu.  Uyanık tutmaya çalışsa da Duru bayılmıştı ve bir daha uyanmamak üzere gözlerini kapattığını henüz bilmiyordu. Sadece elini tutabiliyordu, tuttu çekti sarstı ama artık hiçbir ses gelmiyordu Duru’dan. Eli buz gibiydi ve vücudunun nasıl durduğu ya da bedenin de ne olduğu ile ilgili hiçbir şey göremiyor yapamıyor olması, hayatta yaşadığı en büyük çaresizlikti. Hayır, olamazdı böyle bir şey daha vedalaşmamıştı bile, bir insan böyle bir son nasıl düşünebilirdi ki! Düşünmek bile istemiyordu, reddediyordu.

Sesler bağrışmalar, çekiç sesleri, duman kokusu, tanımlayamadığı mide bulandıran keskin bir koku ve soğuk. Soğuk tüm bedenini yavaş yavaş kaplıyordu ve artık Ali’de bırakmıştı kendini, inancını yitirmiş bir şekilde. Tam o esnada bağırışları duydu; ‘kimse yok mu?’ diyen. Sevinememişti buna hatta bir an düşündü, iç sesi ‘sus’ dedi ona ama dürtüsel sesi bağırdı buradayım diye. Ne olacaktı ki kurtulsam ne olacak diye düşünürken ulaştılar Ali’ye, önce Duru’yu söyledi hemen, önce onu aldılar. Şükür sesleri içinde çıkarttılar göçükten. Bunun son vedası olduğunu da bilmiyordu, çünkü aylarca aramasına rağmen cenazesini bulamamıştı.

Aylar sonunda ilk kez kentten çıkacak, annesini kırmamak adına bir yolculuğa kendi için çıkacaktı. İyileşmesi zaman almıştı. Ama o buna iyileşmek demiyor iyi olmak halini hissetmek istemiyor, hatta bu kelimeyi duymak dahi istemiyordu. Tanımlayamadığı çok şey vardı. Onu buraya getiren tek sebep,  annesinin ona söylediği cümleydi;

-Arayanlar bulamaz, ama bulanlar hep arayanlardır.

Sekiz saatlik bir yoldan sonra tabelayı görmüştü sonunda. Sekiz saat sekiz yıl gibi gelmişti. Kentten ayrıldığından beri içini kaplayan suçluluk duygusu daha da sarmıştı. Döndü ve büyük bir bahçeye girdi. İki tarafı ulu ağaçlarla çevrilmiş yola girince, bambaşka hissetti kendini. Güzel kokular geldi burnuna, sağ tarafa dönünce sıra sıra ekilmiş lavantaları gördü. Ana girişe girmeden hemen önce büyük harflerle yazılmış bir yazıyla karşılaştı. TEMET NOSCE yazıyordu, anlamını merak etti. Otoparka girerken kıpkırmızı bir ejderha heykeliyle karşılaştı, etkilenmemek mümkün değil diye geçirdi içinden. Arabasını, telefonunu ve tüm eşyalarını teslim etti. Çırılçıplak kalmıştı. Onu bekleyen görevli ; ‘İki parça kıyafetiniz hazır, birini günlük, diğerini de yatarken giyeceksiniz bu da programınız, diyerek kollarına koydu. Öylece kalakalmıştı. Aklına bir lokma bir hırka geldi birden bire. Görevliye sordu;

-Girişte yazan Temet Nosce ne demek?

-‘Delphi’de Apollon tapınağının girişinde altın harflerle yazar. Kendini bil demektir.’ diye cevapladı görevli.

-Peki ya şu ejderha heykeli neden? Üstelikte kırmızı!

-Ejderha da sınırsız enerjiyi sembolize eder, dedi gülümseyerek.

Bu nasıl bir dualitedir ki, insanın kendini iyi hissetmesi için, sadece bunun için planlanmış ve organize edilmiş bir yer kurulsun ve ben de buna katılayım. Böyle bir zaman işte diye geçirdi içinden.

Arzu SEZGİN

Arzu Sezgin

19.07.1976 doğumluyum. İlkokulu Berlin’de ortaokul ve liseyi Bandırma’da tamamladım. Beden eğitimi ve spor bölümü mezunuyum. Fizyoloji ve Anatomiye karşı hep bir merakım vardı. Bilimsel çalışmaları takip etmeyi hala da çok seviyorum. Eğitmenliklerini tamamladığım alanda da yoga ve pilates eğitmeni olarak da çalışıyorum. Bir oğlum var. Yaşam içinde geldiğimiz nokta, yaşadıklarım beni spiritüalizme yaklaştırdı ve öğrenme merakım, yaşadığım deneyimler sayesinde bu alana da girdim ve bir gün astroloji haritamı okuttuktan sonra şifa yeteneğimi keşfettim, üstüne gittim eğitmenliklerini aldım. Reiki, Teta healing, EFT, Regresyon konularında da çalışmaya başladım. Bu konular beni fonksiyonel çalışmaya itti ve artık kişiye bütünsel bir yaklaşımla çalışıyorum. Kuantum alandaki tüm karşılaşmalardan çok mutluyum ve istemeye devam…Sonsuz şükürlerimle..

2 yorumlar

  • Hayatta hep bir cevap ararız ama asıl aradığımız cevap değil sorunun ta kendisidir çünkü cevaplar zaten önümüzde…

  • Gerçekten yazin harika tebrik ediyorum çok etkilendim seni iyiki tanımışım ışığında ve yolunda yürüyebilmek çok isterim kisa bir beraberlik ve bana katkıların için çok teşekkür ederim.seninle uzun sohbetler ve zaman geçirmek için sabırsızlanıyorum Arzu cum yolun açık şansın bol olsun 💙🧿🤲

İnternet üzerinden dijital yayın hayatına ilk olarak 2013 yılında başlamış olan Varoluş Dergisi, kısa bir aradan sonra şimdi yeniden okurları ile birlikte. Değerli yazarlarımız, Spiritüalizm, Reiki, Yoga, Astroloji ve Yaşam alanlarında, siz değerli okurlarımız için yazıyor…

Arşivler