Varoluş Dergisi

BİLGE ÖL

Merhaba Sevgili Varoluş Dergisi Okurları. Bu yazımda sizlerle bir kitabın özetini paylaşmak istiyorum. Özellikle bu kitabı seçmemin nedeni herkesin günü geldiğinde bu bilgiye ihtiyaç duyacağını düşünmemdir. Yazarımız Stephen Jenkinson anlattığı konuyu hem kendisi bizzat hem de danışanları ile beraber birçok kereler deneyimlemiş. Benim fark edebildiğim kadarı ile bir köşeye atılıp göz ardı edilmeye çalışılan bu konuya çığır açan bir katkıda bulunmuş.

Kitabımızın adı Bilge Öl. Yazarımız kitabın başında ölmekte olan bir kişiyle yapılacak en iyi şeyin anda olup onun söylediklerini dinlemek, onun hissettiklerini anlayabilmek ve bu bilgiyi paylaşabilmek olduğunu söyler. Ölmekte olduğunu bilen bir insana ölmüyormuş gibi davranmak ve onu bu konuda rahatlatmaya çalışmanın ölmekte olanın ıstırabını arttırdığını ekler.

Hayat doğmak, yaşamak ve yaşlanınca ölmek olarak normalleştirilir, bazen bu normale uymayan örnekler ile hayat bizi karşılaştırır, işleyişin böyle olmayabileceğinin kabulünde olmamaktan dolayı, bu tanımın dışına çıkan insanların ve ömrünün sonunda hastalanmış insanların, teknolojinin getirdikleri yenilikler ve kullandıkları ilaçlar ile beraber palyatif bakım çatısı altında çektikleri ıstırabın arttırıldığını yazarımız düşünüyor. Ölürken yaşam kalitesi adı altında çekilen acıyı dindirmek adına uyuşturulmanın, ölmenin hasta kişiler üzerinde onaylanmamışlığını, düşük seviyeliliğini ve bu kişilerde acı içinde bir kaygı oluşturduğunu gözlemlediğini belirtiyor ve soruyor, ölerek yaşamak ne kadar sağlıklı? Ölen insanlar ölmeme hikâyeleri dinlerlerse ne kazanırlar?

Yazarımız soruyor, hayatımızın sonuna gelmek iyi bir şey midir, yoksa kötü bir şey mi?  Eğer kötü algısındaysanız, bir şeyin sizi kötü niyetle almaya geldiğini düşünüyorsanız, savaşmayı tercih edersiniz ve her ne olursa olsun, hayatın akışına karşı büyük bir direnç oluşturmuş olursunuz. Önemli nokta; böylesine negatifin ucunda bir bakış açısı ile ölümle savaştığımızda hayatımız çıkmaza girer, bu kaybetmekten çok daha kötü bir sonuçtur, yaşam savaşmak değil, çözüm bulmak için boğuşmaktır.

Zihinlerimiz bize bu bilgi çağında her yerden kuşatılmış bir şekilde hizmet ederken, çocukken dünyaya karşı takındığımız merak bize şu an bir anlam ifade etmiyor. Hayattan aldığımızı düşündüğümüz cevapların sıradanlığı ve benzerliği merak kavramından daha da uzaklaşmamızı sağlıyor. Derdimizi tasamızı düşünmek varken neden yeni şeyler öğrenmek için zaman ayıralım ki? Bu ezbere yaşamlarımız ölüm fobili kültürlerimizde ölümü çabucak halledilip etkisinden kurtulunması gereken bir şeymiş gibi insan hayatını nedensizcesine basitleştirmekten öteye gitmiyor.

Yazarımız 1958 yılında henüz 3 yaşında iken, tedavisi için pek bir şey yapılamadığı yıllarda menenjit hastalığı geçirmiş. Doktorların ve hemşirelerin aileye bilgi verirken neyi doğru yaptıklarını anlamadığını ve hastalığın kendiliğinden nasıl düzeldiğini ve sonraki yıllarda hiç olmamış gibi unutulduğunu anlatmış. Bu süre zarfında doktor ve hemşirelerin onun yaşamasından ümitlerini kestikleri zaman ona davranış şekillerinin aşırı korumacı bir tavırdan onu son yolculuğuna uğurlayan bir tavra değiştiğini nasıl da hatırladığını belirtmiş. İlerleyen yıllarda, yirmili yaşlarına geldiğinde solunum yollarındaki rahatsızlığından dolayı tekrardan hastaneye kaldırıldığını ve durumunun çok kötü olduğu bir sırada 10. kattaki odasının bulunduğu yataktan zar zor kalkıp binanın servis girişi tarafındaki camın önünden aşağı baktığını, ilk önce çöp arabalarının hastanenin çöplerini aldığını, sonrada aynı girişten iki tane tabutun çıkarıldığını görmüş. Çöpleri ve tabutları aynı yerde gören yazar bu kalp kırıklığı ile oturup annesine onu hayata getirdiği için ne kadar mutlu olduğunu anlatan bir mektup yazmış. Annesi bu mektubu selo bantları ve lifleri kalana kadar hep çantasında taşımış, yazarda bir kopyasını hep yanında taşımış. Yazar bizi hayata bağlayan şeyin hep bu kalp kırıklıkları olduğunu belirtiyor. Kitabının da bu mektubun açılımları olduğunu belirtiyor.

Yazarımız soruyor, daha fazla zaman için dua edersek daha fazla zamanı yaşayabilir miyiz? Daha fazla zaman, ne zaman başlar? Daha fazla zaman daha fazla ölüm müdür? O kadar fazla umut daha fazla zamandaki insanı, daha fazla ölümün ne olduğunu anlayamayacak kadar uyuşturmaz mı?  Travma yaratanın ölmek değil, ölüm fobili olan bir kültürde ölmek olduğunu ekliyor.

Özerklik ve ustalık 15 yaşlarında meydana gelir ve en üretken çağımızdır, ölmek üzere olan insanlar ölümü kabul etmediklerinde bu bulunma halini ölüm zamanlarına taşımaya çalışırlar. Yaşamımızın kontrolünün bizde olmadığını öğrenmek belki de yaşamımızın son zamanlarında öğrenebileceğimiz amma velakin çocuklarımıza da anlatmamız gereken bir konudur.

Bazı örneklerde modern tıbbın desteklediği bütün yeni tedavi yöntemlerinin denendiğini ve sonuçların maalesef ki olumsuz olması durumunda, sıra hastanın hayatının bir şekilde sonlandırılması gerektiği düşünüldüğünde ve buna benzer durumlar oluştuğunda yeni tedavi metotlarının denenmesine hasta ile beraber veya hasta yerine karar veren hasta yakınlarının sorumluluk almaktan kaçtığını gözlemlediğini belirtiyor.

Yazarımız kendimizi hayatın akışına bırakmamız gerektiğini yaşarken veya ölürken abartılmış fazlaca umudun bizi ıstırap içinde bıraktığını, ıstırabında olmak istediğimiz şey ile olduğumuzu düşündüğümüz şey arasında açılan sessiz boşluktan kaynaklandığını belirtiyor.

İnsanlar ölüyor oldukları için mi ıstırap çeker, cevabınız evet ise bu bir derin düşünce değildir. Cevap kabul etmediklerinden dolayı olabilir. Hastalığın ilk ve orta dönemlerinde hastalar ölüyor olduğunu kabul etmez, ortaya çıkan ıstırap ilaçlarla dindirilir. Ölmeyerek ölmeye çalışanlar ve ölmemeleri için yardım edenler olgun bir davranış sergilememektedir. Ölen kişi hayatını ve herkesi severek ayrılmalı, bitecekmiş gibi sevmesini öğrenmelidir. Ölürken sevdiklerimizle olan düğümleri bilgece çözmeliyiz. Bilgeliğin bir miktar acı çekmekte bulunabileceğini yazar belirtiliyor.

Yazar ölecek olan kişilere psikolojik olarak yardım edecek kişilerin buluşmalarına hayat dolu girmemeleri konusunda uyarıyor, bu durumda hastanın boğulacağını, tedirginliğin kapıda bırakılması gerektiğini ve onlara benzer bir tavır içinde olunmasını gerektiği belirtiliyor.

Ölme vaktimiz geldiğinde ölmemeye çabalamayı bırakmak zor, akıl dışı ama elzemdir. Ölmekte olan kişi bunu yapabileceğini umarak ölmeye çalışmalıdır. Ölümü kabul etmez isek kötü ölürüz. Ölürken insanların vücut bilgeliğiyle yemeyi kestikleri, ailelerin ise bu durumu kabul etmeyip zorla yemek yedirdiğini yazarımız belirtiyor.

Yazar yine soruyor, hasta ölüm fikrine hazır olunca biz de ölüm hakkında dürüst olabiliyoruz demek sizce normal midir? Ölmekte olan kişilere bu kadar dolaylı davranma hakkı nereden gelir? Her canlı topraktan gelir toprağa döner, yaşamı devam ettiren süreç bu döngüdür. Yani ölüm yaşamı besler.

Bende bu söylenenlere şunu eklemek istiyorum, ona para verme, onun ihtiyacı yok, o köpeği sevme çünkü seni ısırır, hayatı sevme nasıl olsa bitecek, hayattan nefret et çünkü adil değil diyen zihnimizi susturalım, olanı olduğu gibi kabul edelim, keder içinde şükür edelim, mutluluk içinde…

Aydın YAKUPOĞLU

Aydın Yakupoğlu

Ağustos 1979, İstanbul’da doğdu. 2002 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun oldu. 2005 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mekatronik Mühendisliği yüksek lisans bölümünü bitirdi ve özel sektörde çalışmaya başladı. 2013 yılında bir kız çocuğu babası oldu. 2018 yılında Reiki öğretmeni İsmail Bülbül ile tanıştı ve pozitif yönde bir değişim geçirdi. Şu an Reiki 3a (Master) aşamasında ve insanlığa yardımcı olma bilincindedir.

Yorum yap

İnternet üzerinden dijital yayın hayatına ilk olarak 2013 yılında başlamış olan Varoluş Dergisi, kısa bir aradan sonra şimdi yeniden okurları ile birlikte. Değerli yazarlarımız, Spiritüalizm, Reiki, Yoga, Astroloji ve Yaşam alanlarında, siz değerli okurlarımız için yazıyor…

Arşivler