-Üzgünüm.
El cevap: Deme deme…Sabret.
-Bunaldım
El cevap: Deme deme… Şükret.
-Öfkeliyim.
El cevap: Deme deme… Sukût et.
Sizin de bazen bu el cevaplara “Yetti be! üzgünüm işte, bunaldım işte, öfkeliyim işte.” diye bağırasınız geliyorsa bendensiniz ve evet bazen bu el cevapları veren kendiniz bile olabilirsiniz.
Nedense mutlu olmaya, neşeli olmaya toleransımız epeyce fazladır da üzüntüye bunalıma öfkeye gelince hemen bir hor görme reaksiyonuna gireriz. Ne kendimizin ne başkasının üzüntüsüne bunalımına öfkesine tahammül edemeyiz. Genelde bize göre bu duygular yersizdir, gereksizdir, kuruntudur. Sabırsızlık, şükürsüzlük, hamlık olarak görülür. Ölüm, hastalık hali haricinde genelde bu duyguların yaşanmasını men ederiz veya men ediliriz.
Yaşam olgusu her an bir ivme içinde ve farklı biçimde tezahür etmekte iken her durumun insan ruhunda tek tip bir duygu ile zuhur etmesi düşünülebilir mi? Kader her an türlü türlü cilvelerle gönül telimize dokunurken bizden hep aynı sesin çıkması beklenebilir mi?
Bir insan hayal edelim. Acılar karşısında metin, öfkeden arınmış sakin, her daim huzurlu ve dingin… Bu bir peygamberdir, erendir veya sufidir desek dahi pek inandırıcılığı olmuyor. O halde, bu bahsettiğimiz olsa olsa ütopyada yaşayan hayali bir yaratıktır.
Yaşama dair her durumun ruhun dünyasındaki yansıması farklı. Tadı, rengi, kokusu farklı farklı. Bazen acıtır, bazen bunaltır, bazen de öfkelendirir ve pek tabi bazen de mutlu eder, neşelendirir. Bu duyguların hepsi vardır ve insana dairdir. İnsan olduğumuzu kabul ediyorsak bu duyguların hepsinin en başta var olabileceğini kabul etmemiz gerekir.
Peki, sabretmek, şükretmek, sukût etmek bunların hiç mi anlamı gerçekçiliği yok? Çabası beyhude, tavsiyesi hariçten gazel okumak mıdır? Ne yapalım? Üzülünce, bunalınca gece gündüz isyan edelim, öfkelenince kırıp dökelim, eni konu bir vaveyla mı koparalım?
Elbette bunları da yapamayız zira sabretmeye çalışmazsak tekamül yolculuğunda yol alamayız, şükretmeye çalışmazsak sahip olduğumuz güzellikleri göremez ve yaşamdan tat alamayız, öfkemizi büyütürsek gönüller yapamayız.
Öyleyse, dengeli olacağız. Her duyguya karşı eşit mesafede olacağız. Böylelikle ruhumuz ve bedenimizde dengesini bulacak, refahı bozulmayacak. Dengeli olmak ve denge içinde kalmak üzere inkar etmek ve bastırmak bozguncu, kabul etmek ve doğal sürecinde yaşamak barışçıl ve destekleyicidir.
Burada son sözü ve öz sözü söylemeyi; insanlığa kulluğa dair bütün halleri en doğru biçimde şerh eden Hz. Mevlana’ya bırakmayı uygun görüyorum. Bakalım Üstad muhteşem sözüyle bu hallere dair ne diyor, neyi salık veriyor bizlere?
“MİSAFİRHANE
İnsan kısmı bir misafirhane,
Her sabah yeni birisi gelir.
Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik,
Aniden farkına varmak bir şeyin,
Hepsi beklenmedik misafir.
Hepsini karşılayıp eyle!
Evini vahşetle süpürüp,
Bütün mobilyalarını boşaltan
Bir kederler kalabalığı bile gelse.
Her geleni alnının akıyla misafir et.
Olur ki yeni bir zevk getirmek için
Boşalttılar evini.
Karanlık düşünce, utanç ve garez,
Hepsini gülerek karşıla kapıda
Ve buyur et içeri.
Minnettar ol her gelene
Kim gelirse gelsin.
Çünkü bunların her birisi
Öte taraftan bir kılavuz
Olarak gönderildi.”
Yazar : Emine Armağan
Yorum yap