Yapraklar usul usul kopup terk ediyordu, güvenle tutundukları, koca bir yazı birlikte geçirdikleri dallarını. Ve bir vedayı bile çok görerek, rüzgarın büyüsüne kapılıp, arkalarına bakmadan uzaklaşıyor, savrulup gidiyorlardı, nereye gittiklerini bilmeden.
Çiçekler renklerinin canlılığını kaybetmiş, başlarını mağrur bir şekilde dik tutmaya çalışıyorlardı, kalan son güçleriyle.
Gökyüzü mavi gözlerindeki ışığı yitirip, acı, soğuk bir griye teslim olmuştu. Yağmur mu hüzün mü yüklüydü bulutlar, birazdan anlayacaktım.
Sarının, kahvenin, kızılın her tonu hakimdi doğaya. Güneş dağların arkasında kaybolmaya hazırlanırken, ufkun batı kıyısına, sönmek üzere olan ateşin korları gibi yayılmıştı. Büyük ressamın fırçasından çıkan bu eşsiz, kusursuz tabloda bir sendin eksik.
Sonra yokuş sokağın sonunda seni gördüm. Bana doğru yürüyordun savrulan kuru yapraklar arasında, yorgun yavaş adımlarla. Siyah paltonun yakasını kaldırmıştın, ellerin ceplerinde… Nasıl da heybetliydin. Uzun boyun, geniş omuzlarınla sanki sokakta yürüyen tek sendin, kaplamıştın sokağı. Sen büyümüştün, dünya küçülmüştü, silinmişti gözümde her şey. İçimi sıcacık bir şey kaplamıştı, saçlarını okşayan rüzgarı bile kıskandım o an.
Kollarına atılmak için heyecanla koştum ve sana üç adım kala bir güç tuttu beni, bir adım daha yaklaşamadım. Aramıza ördüğün görünmez duvara çarpıp durmuştum sanki. Gözlerimiz buluştu ilk. Sonbaharın soğuğunu bir kez de gözlerinde gördüm o an. Mavinin önüne soğuk bir gri çökmüştü. Güneş gibi yakındı, ama ısıtmıyordu bakışların. Dudağının kıvrımına bir hüzün kızıllığı oturmuştu.
Ellerini ceplerinden çıkardın, ellerimi tutup avcumun içine soğuk bir halka bırakıp kapadın. Bir süre ellerimi ellerinin içine hapsedip, gözlerinin derininde kaybolmama izin verdin son kez. Sonra iki öldürücü cümleni sapladın göğsüme ve bıraktın ellerimi. Arkana bile bakmadan, yine paltonun yakasını kaldırdın, ellerini ceplerine soktun ve yokuş sokağın SONunda, bir SONbahar akşamı, SONum oldun gittin.
Çölün ortasında duran bir gemi kadar anlamsızdım. Üzerine adres yazılmamış bir mektup kadar değersiz, üzerindeki pul kadar edersizdim işte. Terk edilişim bile bu kadar ucuzdu!
Sen gittin… Yağmur bulutları, gözlerimle eş zamanlı boşalttı içindeki hüznü. Islak caddelerde bir adım daha atacak gücüm yoktu, dizlerimin bağı çözülmüştü. Oturdum serseri bir kaldırımın, gururum kadar kırık taşlarına. Başımı yukarı kaldırıp mavi bir umut aradım griler arasında. Yoktu! Yağmura karıştı gözyaşlarım, rüzgar dağıttı saçlarımı, her bir hücrem evrene saçıldı, savruldum, yok oldum.
Yanımdan geçen, yağmurdan kaçan insanlar, acımadan basıp geçti, küçük bir çocuğun avuçlarında tutamayıp düşürdüğü misketler misali yere düşüp dağılan umutlarımın, hayallerimin, düşlerimin üzerinden. Toplayamadım!
Denizini asla terk etmeyen martıların çığlıkları eşlik ediyordu içimdeki acı figanlara. Sen, her sonbahar yeni ülkelere göç eden şu göçmen kuşlar kadar vefasızsın! Ve bir kırlangıcın kanadına takılıp gitti elimde kalan son aşk kırıntısı da. Yalnızlığım vuruyordu dalgalarla birlikte sahile. Bana o sahilde söylediğin tüm canı yanmış aşk cümleleri beynimin içinde isyan çıkarıyorlardı.
Bitmesi gerekiyor dedin. Bitti…
Gitmem gerekiyor dedin. Gittin…
Arkanda yapraksız, kuru bir ağaç gibi kaldım, sonbaharın ortasında. Köklerim tek tek ayrılıyordu topraktan, tutunamıyordum hayata.
Keşke sonbaharda terk etmeseydin beni. Bu melankolik mevsimde ayrılığın yükünü yüklemeseydin dallarıma. Hele kış geçeydi, bahar ola hayrolaydı.
Gitme… Sonbaharda terk etme beni!
Yorum yap