Evden kaçıp kaçıp ben özgürüm nidaları atma. Tehlikenin farkında olmadan… Ama görünmez bir korunmanın farkında olarak.
Yıllar yılları kovalarken hayallerin gerçeklerle her zaman doğru orantılı olmayacağını anlamaya başlamıştım. Sonuna kadar her şeyimi vererek uğraştığım işlerin istemediğim yönde gittiğini görmek beni üzüyordu. Başarısızlık duygusu her yanımı ele geçirmişti… Hayallerim varken, var olan gerçekler beni onlardan uzaklaştırmaya başlamıştı. Zaman geçiyordu ve her an için bir kurtarıcı bekliyordum. Evet bir süper kahraman gelecek ve üstümdeki tüm kara bulutları bir anda elleriyle üfleyip tarihe gömecekti… Algılarım açıktı oysa ki (!) bir oraya bir buraya bakarken öyle bir kurtarıcının olmadığını anladığım gün büyük bir hayal kırıklığı yaşadım… Ölüm gibi bir histi.
O günden sonra şikayet etmeye devam ettim, fakat derinimde bir parça rahatlamıştı ve araştırmaya koyuldu. Ağzımdan çıkan ilk cümle “Ben kimim?” sorusu olmuştu. O, bu, şu, onlar, bunlar, şunlar derken üstümde taşıdığım kimliğime ne kadar bağlı olduğumu fark ettim. Rüyalarım ve sorduğum sorular beni yine başlangıç noktasına götürmüştü: Çocukluğuma… Oradan bebekliğim, anne karnı derken, “bilinçaltı” kavramıyla tanıştım. Yapıp yapıp ya bu niye olmuyorların sebebinin bilinçaltımızda ne varsa onu yaşıyoruz olduğunu anladığımda acılarımın azalmaya başladığını söyleyebilirim.
Daha anne karnında kodlamalar başlıyor. Annenin hamilelik döneminde yaşadığı duygusal, ruhsal, fiziksel durumlar bebeğe aktarılıyor. Dünyaya geldikten sonra da yine anne, baba, çevresel koşullar ve genetik kodlamalar bilinçaltının gelişmesinde büyük rol oynuyor. Olumlu düşünen ebeveynler arasında yetişen bir çocuğun hayata bakışı da o yönde şekillenmeye başlıyor. Aa tamam bak böyleymiş bunlar, artık yaş geçti bu kervan böyle gider düşüncesine son! Farkında olduğumuz her an her şeyi değiştirme gücümüz var. Bunun ilk adımı da kendimizi, çevremizdekileri affetmek ve sevmekle başlıyor. Bu değişimin en güzel örneklerinden biri Amerikalı Marie Rose’un hikayesi.
“Marie, 1930 yılında alkolik bir annenin evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelir. Annesi ona bakamayınca, 5 yaşında olan Marie’yi yurda verir. Ardından, bir çift onu evlatlık edinir. Marie’nin kaderi ne yazık ki yine yüzüne gülmez, çünkü onu evlatlık edinen çift sadist çıkar. Bu İtalyan asıllı çift küçük kızı evin mahzenine kapayıp sistematik biçimde işkence eder. Dışardan bakıldığında normal ve çok saygın göründükleri için, bunu yıllarca rahatlıkla gizleyebilirler ve Marie adeta cehennemden geçer.
Marie Rose 17 yaşında depresyondan felç geçirir. Halüsinasyonda gördüğü için doktorlar ona şizofreni teşhisi koyar ve onu akıl hastanesine yerleştirirler. Marie hayatının 17 yılını orada geçirir ve çok zor yıllar yaşar. Umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranır durur. Yemek yemez, yerinden kımıldamaz ve sıkça intihar etmeyi düşünür.
Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar Marie’nin durumunu yeniden değerlendirir. Onun şizofren olmadığına, ağır depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verirler. Arkadaşlarının ve kendisini seven bir kaç sağlık görevlisinin yardımıyla Marie hastaneden çıkar.
O artık hürdür ve yaşamını nasıl sürdüreceğine kendisi karar verme aşamasındadır. Terk edilmiş, işkence ve tacize uğramış, otuz dört yılı ziyan olmuş bir kişi olarak hiç de kolay olmayacaktır ama o yılmaz; kızgın, öfkeli ve umutsuz olmak yerine sıfırdan başlamayı tercih eder.
Yetkililer “Akli dengesi yerinde değil, okuması imkansız” dedikleri halde Marie, Salem State Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’ne girer ve mezun olur. Bu arada kanser hastalığına yakalanır ve mücadalesini kazanır. Kendisi gibi akıl hastanesinden çıkmış ve iyileşmiş Joe (Balter) ile evlenir. Kocası maalesef altı sene sonra ölür ve Marie kendini işine verir. Uzun yıllar doktor olarak çalıştıktan sonra Harvard Üniversitesi’nde yüksek lisans yapar. Psikiyatrik hastalarla çalışır, konferanslar verir. Biyografisi yazılır ve hayatı film olur (Nobody’s Child). Bir çok ödüle layık görülür.
Elli sekiz yaşındayken, “vay be” dedirtecek bir şey yapar: On yedi yılını geçirdiği Masachusetts Danver Devlet Hastahanesi’ne yönetici olarak atanır. Yaptığı bir basın toplantısında şunları söyler: “Eğer affetmeyi öğrenmeseydim, bir damla bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan edilmiş bir yaşam olurdu. Ve bugün bu hastaneye yönetici olarak dönemezdim.”
Marie Rose Balter’in yeni görevini haber yapan bir ajans, onun zafer açıklamasını da şöyle yapar: “En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuk. Affetmek bu yolculuğun en kestirme yolu. Affetmeyi gerektiren her yara, içinde önemli bir dersi barındırır. Dersi görebilmek için yarayı yeniden deşerek yüzleşmek zorunda kalsak bile…”
(Marie Rose’un hikayesi, tiyatro oyuncusu Betül Arım’ın sayfasından alıntıdır.)
Yorum yap