Gözümü açtığımda etrafımdaki tanıdık eşyaları görünce, bir yabancı gibi bakındım ve aynı yerde uyanmanın gerçeğiyle karşılaşınca, derin bir nefes aldım. Rüyamda gördüğüm gezegende uyanmayı nasıl da hayal ediyordum oysaki. Boğazım düğümlendi yine, içime tıktım düşünceyi diye geçirdim içimden. Biliyordum ki boğazıma tıktığım her düşünce içimde patlıyordu. Komidinin üzerinde duran kırmızı minik ejderha heykeline baktım, özellikle gözleriyle göz göze gelmek istedim ki, bir cesaretle enerjiyi alayım ve adım atayım diye. Kedim marsta sabahın uyanışına eşlik ediyor, uzun uzun miyavlıyordu bu sabah. Bendeki huzursuzluğu hissediyor, sırnaşıyordu. Onun varlığı bana çok iyi geliyordu. Yaklaştı, yamacıma ve bembeyaz tüylerinin üzerinde gezdirdim ellerimi, biraz daha rahatladım. Zorlukla doğruldum, kalktım yataktan.
Defalarca düşündüm nasıl adım atabilirim diye, her düşündüğümde daha da ağırlaşıyordu bedenim. Ayaklarımdan iple ağırlık bağlamışlar gibi aşağıya çekiyordu düşünce. O günü aklımdan silip atmam mümkün değildi ki zaten. O güne ait düşünceler her salise geçiyordu aklımdan, tekrar tekrar detaylıca düşünüyordum. O günkü odağımı tekrar yakalayabilmek için onlarca deneme yaptım ama başaramadım.. Tekrar öyle bir anı yaşamak için neler vermezdim. İşin en zor tarafı da haykırmak istiyordum bunu, herkese anlatmak ama yapamıyordum. Bu konuyu birileriyle paylaşmaya cesaret edemiyordum. Kendime göre somut, onlara göre soyut olabilirdi.
Zihnimdeki düşüncelerle birlikte mutfağa geçtim, radyoda, klasik müzik kanalını ayarladım, kahve makinasına kahveyi koydum çalıştırdım, iki tane bıldırcın yumurtası koydum ocağa kaynatmak için. Arkamdan gelen miyavlayan kediyle birlikte miyavladım uzun uzun, elimi yüzümü yıkadım, tıraş oldum. Duş aldım, bedenimi, kremledim. Aynada gördüğüm kişiye gülümsedim. Karşılığında bir kahkaha attı o da.. Histerik bir gülmeydi bu ve bir süre devam etti. Nefis kokan kahvemden bir yudum aldım, yumurtaları soyup, iki hamlede yuttum. Renkli giyinmeyi seviyordum, küçüklüğünden beri böyleydi. Parlament mavisi pantolonumun üzerine sarı kazağımı giyip hazırlandım.Ayaklarımın altında dolaşan kediye mamasını koydum ve hoşçakal mars, diyerek yeni bir gün için çıktım evimden.
Kaçıncı yaşamımdayım acaba diye geçirdim içimden, bir taraftan yerdeki parke taşlarını sayıyordum. Saniyesinde burnuma mis gibi bir simit kokusu geldi, yolun sonundaki fırından. Kokunun ardından uçarcasına giderek kendimi fırının içinde buldum, teslim ettim kendimi, yine çeliştim, sıcak simidi gevelerken. Ağır adımlarla ilerlerken sokaklarda, yanımdan geçen insanların parfüm kokularını tahmin etmeye çalışıyordum. Hatta daha da ileri giderek yaşantılarını tahmin etmeye kadar ilerledim. Sonra bir kadın dikkatimi dağıtınca,parke taşının sayısını kaçırdım. Durdum, gökyüzüne baktığımda, sirius yıldızını yakaladığım anı düşündüm. Gerçeğe döndüm ve beklediğim sinyal acaba geldi mi diye düşünürken, otobüs geldi ve gözlem evine yarım saatlik yolculuğum başlamıştı.
Gözlem evinden içeriye girdiğim andan itibaren tüm bedenimi heyecan sarmaya başlıyordu. Her gün defalarca denediğim ve tüm inancım ve hırsımla bir gün evrendeki diğer gezegenlerle iletişim kuracağımı ve farklı bir yerde ya da gezegende uyanacağıma olan derinden inancım her geçen gün artıyordu. Bununla ilgili binbir çeşit rüyalar görüyordum. Boşuna olamazdı bu rüyalar biliyordum. Gençliğimden beri aklım hep uzayla meşguldü. İzlediğim filmler, okuduğum kitaplar, hep bu konular üzerine olurdu. Ahhh bir rahat bırakabilseydim şu düşünceyi. Bedensel potansiyelimi tam olarak bir kullanabilseydim biliyordum neler yapacağını da işte, düşünmesi kolaydı. NASA’da çalışan ender Türklerden biri olmak ayrıca beni gururlandırıyordu. Küçüklüğümde rüyalarımda kendimi hep NASA’da hayal ederdim. Düşüncemden gerçeğe geçtiğim noktada nerede yanlış yapıyorum diye düşündüm. Elbette bir gün bu hayalimde olacaktı, sanırım hayalimin üzerine biraz daha çalışmalıydım.
Merdivenleri çıktım, teleskop kayıtlarına bakmaya başladım. Dünyanın en güçlü teleskobu bu gözlem evinden fırlatılmıştı uzaya James Webb. Ondan gelen verileri düzenli olarak tarıyordum. Her gün yeni bir umutla ve heyecanla. Onunla işim bittiğinde yıldızları taramaya geçiyordum. Yemek yemeyi bile unutuyordum, bunu bile bir zaman kaybı olarak görüyordum sanırım. Çoğu zaman çalışma arkadaşlarım uyarıyorlardı. Hepsi bana deli gözüyle bakıyorlardı biliyorum ancak ince bir nüans farkıyla, şunu çok iyi biliyorum ki onların göremediği benim gördüğüm neydi? Bir insan nasıl ışınlanabilirdi ki, vardı böyle bir gerçeklik ve gizli bir şekilde bunu kullanmalıydım. Planımı çalışmalarımı günden güne bunun üzerine şekillendirdim. Olayı, yaşadığım günün her karesini tarıyordum beynimde. En ince detayına kadar, ne yediğim, ne düşündüğüm, saatin kaç olduğu, duruş açım hiçbir ayrıntı kaçmamalıydı.
Hayatımın en güzel akışındaydı o an. Gökyüzünden üzerime gelen ani bir parlaklık kesmişti önce gözümü. Birden gözüm kamaştı ve ışığın içindeydim. Teleskopla yoğunlaşmış bir şekilde bakarken. Parlaklık gitgide artıyordu, teleskoba daha da odaklanmaya çalıştım ama yapamadım, çünkü ışık gitgide gözünü daha da alıyordu olduğum yerde donakalmıştım. Işık içime bedenime doğru gelmeye başladı. Hiçbir şekilde hareket edemiyordum. O saniye gözümün önünde çok değişik görüntüler belirdi. Pespembe bir denizin üzerinde ışıldayan mavi kabartılar ve sanki yelkene benzeyen bir siluet, onun içinde kıpkırmızı, tanımlayamadığım hareket eden bir cisim. Görüntüler tam derinleşecekken, aniden yok olmuştu. Zaman ne kadar geçti bilmiyordum ama sanki saatler geçmiş gibiydi ve heyecandan yere yığılmıştım. Arkadaşlarım beni bulduğunda burnumdan koklattıkları kokuya uyandım. Şoktaydım… Herkes şaşkındı onlarca soru soruyorlardı tabi, bense halsiz kaldığımdan dem vurup konuyu geçiştirmiştim.
Bu olayın üzerinden tam 3 ay geçmişti, o günden beri sanki başka bir dünyada yaşıyordum. Yaşadığım nasıl bir hologramdı. Evet, işte yaşamıştım bu olağanüstü gerçekliği. Olağanüstü diye tanımladığım şey belki de normaldi, bilemiyorum. Her sabah uyandığımda, başka bir gerçekliğe uyanmanın hayalini kurarken acaba yaptığım doğru mu diye de düşünmeden edemiyordum. Bu bencilce bir tavır mıydı ki? Acaba paylaşmalı mıydım bu yaşadığımı.. Şimdilik bu sorunun cevabını bilmiyordum. Yalnız hissediyordum, hatta paranoyaklaşmıştım. Sırf bu nedenle kimseyle çok fazla gerekmedikçe konuşmuyor, kimseyi davet etmiyordum evime… Bir gün gelebilecek bir işaret ihtimaline karşı edindiğim derin tutkum beni nereye götürecek bilmeden… Evrenin sonsuz olasılıkları içerisinde bana sunulan bu olasılığı yarattığımı fark etmeye başlamıştım başlamasına da, bilinçaltım farklı konuşuyordu. Yine de o gün yaklaşıyordu hissediyordum, neden olmasın…
Arzu SEZGİN
Yorum yap