Kalbimizde zamanla küllense de, o küller arasında bile sinsi sinsi yanan o acının ateşini bu dünyada söndüremeyeceğimizin çaresizliğini fark ettiğimizde o günün hesabını “mahşere” bırakırız hatta.
En beklenmedik anda, veda etmeden helallik vermeden, dönülmeyen yola giden bir babadır bazen affetmediğimiz. En ihtiyaç duyduğumuz anda sırtımızı dayadığımız dağ yerle bir olmuştur. Gölgesinde dinlendiğimiz soluklandığımız ulu çınar kökünden sökülmüştür. Her fırtınada sığınacak güvenli limanımız yoktur artık ve hiç kimsenin prensesi değilizdir. Tacımız düşmesin diye dik tutmamız gereken başımız eğilir, kanadımız kırılır, bir yanımız hep eksik kalır o günden sonra. Yokluğunun yükü omuzlarımıza düştükçe “O arkam da olsaydı kimse bunu bana yapamazdı,” dediğimizde anlarız biriken özlemin, öfkeye dönüştüğünü.
“Gitmeseydin olmaz mıydı seni hiç affetmeyeceğim.”
Bazen mutluluk yağmurunun tenimize usul usul döküldüğünü, yüzümüzde güllerin açtığı gönlümüze baharın geldiğini hissettiğimiz beşinci bir mevsim hissederiz. Ayaklarımızın yerden kesildiği, gökkuşağının üzerinden kayarcasına farklı bir boyuta başka bir zaman dilimine geçerken buluruz kendimizi. Karanlık bir tünelin sonu cennetten bir bahçeyi andıran aşk diyarına çıkmıştır ve bizi o diyarın sekizinci harikası ilan eden, başımızı göğsüne huzurla sakladığımız, aynı yolda aynı istikamete yürüdüğümüze inandığımız sevdiğimiz tam da yol ayrımında bırakır elimizi. Çölün ortasında susuz, dağın başında pusulasız, gecenin karanlığında yıldızsız kalıveririz. Bir daha kimseye aralamayız cehenneme, harabeye, viraneye dönen gönlümüzün kapısını ve asla affetmeyiz giderken gemileri değil limanları yakan sevgiliyi.
“Seni tanıdığım güne lanet olsun seni asla affetmeyeceğim.”
Çoğu zaman aynı mahallede top oynadığımız, ip atladığımız aynı okul sıralarını, bir ekmeği ortadan bölüp buğusunda dostluğu, uykusuz soğuk bir gecede aynı yatakta sırlarımızı paylaştığımız kardeşim dediğimiz kişiye aittir sırtımızdaki en son bıçak izide.
Yaraların kimi kabuk bağlamış, kimi taze; kimi derin, kimi yüzeysel ama hepsinin bir anısı ve altında bir dostun imzası vardır. Bu son olsun deriz her defasında. Bir daha kimseye güvenmeyeceğim, sırtımı kimseye dönmeyeceğim diye isyan ederiz ama son olmaz. Biz onun en iyi günlerinde gülümsemesine ortak olmuş, omzumuz defalarca onun gözyaşıyla ıslanmışken şimdi gözlerimizden süzülen yaşların, pişmanlığımızın hesabını da mahşere bırakırız.
“Allah affeder mi seni bilmem ama ben affedemem.”
Yaşadığımız her hayal kırıklığı cam kırıkları gibi batar canımıza ve sürekli inceden inceye kanar durur.
Affetmek; her dokunulduğunda kanayan, bir türlü kabuk tutmasına izin vermediğimiz yaraları iyileştirmek için ilk müdahale kadar hayati önem taşır.
Affetmek; acı, nefret, öfke, intikam gibi tehlikeli duyguları yapı taşları olarak kullanıp, kendi ellerimizle inşaa ettiğimiz ve ruhumuzu içine hapsettiğimiz köhne hapishanenin duvarlarını yıkmaktır.
Yıkın duvarlarınızı azat edin ruhunuzu! Mavi gökyüzünün sonsuz özgürlüğüne salıverin gitsin. Güzel duyguların ekilmesine, yeşermesine fırsat vermeyen, toprağın verimini düşüren, içinizi çürümüş kökleri ile sarıp sarmalayan ayrık otunu söküp atın gönül bahçenizden. O bahçeye rengarenk sevgi tohumları serpiştirin. Huzur sarmaşıkları sarsın, mis gibi erguvanlar, akşam sefaları koksun. İçinizdeki çocuğa salıncaklar kuracağınız sağlam, köklü çınarlarınız olsun..
Affetmek; karşınızdakine bahşedeceğiniz bir hediye değildir. Aslında bencilce bir eylemdir. Sizi esir alan, hayatınızı çekilmez hale getirip, kutu kutu antidepresanlara bağımlı kılan esaretten kurtaracak cesur bir başkaldırıdır. Onurlu bir direniştir.
Affetmek büyüklüktür. Affetmek yaradanın emridir. Kendinize bir iyilik yapın ve AFFEDİN GİTSİN!
Yorum yap