Varoluş Dergisi

LA TAHZEN (ÜZÜLME!)

‘‘Bugün benim ölüm günüm!’’ yazdı kadın önünde duran kâğıda.

Bugün benim ölüm günüm. Başımda mezar taşı olmadan, gayri meşru yaşadığım ölüm halini, bugün itibari ile meşrulaştırıyorum. Uzaktan bir Sezen Aksu şarkısı dokunuyor kulaklarıma, kulaklarımdan süzülüp kalbimin tellerinde can veriyor notalar.

Vazgeçtim gözlerinden, vazgeçtim sözlerinden…

Yaşamdan vazgeçtiğim dakikalara sürükleniyorum ben de bu melodiyle. Etimle, kemiğimle, ruhumla beni bir birey olarak sizlerin arasına yerleştiren yaratıcının emanetine sahip çıkamadınız! Hiçbir zaman ‘‘ben’’ olmayı başaramadığım, beni ben olarak kabul etmediğiniz, kendimi yalnız, ıssız hissettiğim bu köhne dünya sizin olsun. Maskeli yüzlerin, taklit hayatların, saman alevi sevgilerin olduğu bu sahte dünyada, bu oyuna daha fazla dahil olmak istemiyorum. Ben gidiyorum.

Sonra babasının mezuniyet hediyesi olarak aldığı gümüş kalemi bıraktı kâğıdın üzerine ve kalktı masadan. Odanın içinde dolandı, tek tek dokundu anılarının, acılarının sindiği eşyalara. Saat sabahın üçüydü, dolunay şehrin üzerine asılmış bir lamba gibi süslüyor ve aydınlatıyordu sokakları. Gecenin sessizliğini bozan, sadece çekirge sesleri ve bahçedeki salıncağın rüzgârda sallanırken çıkardığı gıcırtıydı.

Odaya, çalışma masasındaki lamba hafif bir loşluk veriyordu, birde pencereden içeri sızan yorgun sokak lambasının ışığı, kadının kamburu çıkmış sırtına vuruyor, gölgesini duvara yansıtıyordu. Duvarlarda, ahşap çerçeveler içine sıkışıp kalmış, mutlu günlerin resimleri, birde kimsenin duymadığı sesler, görmediği gözyaşları asılı duruyordu.

Kadın, o resimlerden birine titreyen parmak uçlarıyla dokundu. Beyaz gelinliğin içinde masum, mutlu, ışıl ışıl, umut dolu gözlerine baktı. Ne kadar gençmişim, yıllar bana çok acımasız davranmış diye içinden geçirdi. Buğulu gözleri ile buluştu konsolun üzerindeki aynada. Ağaran saçlarının, göz kenarlarında derinleşen çizgilerin, kuru dudaklarının üzerinde dolaştı parmakları.

İki yaz önce kuzeninin düğününde çekilmiş, tüm ailenin yan yana olduğu, arkasına ‘’keşke aramızda olsaydın’’ yazıp gönderdikleri resimdeki tüm yüzleri tek tek okşadı. Annesi, babası, abisi, kız kardeşleri, yeğenleri.. İşte kocaman ailesi karşısındaydı. Kendini aradı o kalabalık içinde, ama yoktu ve o olmasa da herkes mutluydu. Sanki kimse yokluğunu hissetmiyordu! Sahi o ait değil miydi bu aileye, bu mutlu tabloya?

Gözyaşlarını sildi elinin tersiyle. Zaten hep kendi silmişti. “Yanındayım’’ diyenler, hep sözde yanındaydı. Ağlayabileceği bir omuz olmamıştı hiç. Belki hep güçlü görünmek, yüzüne sahte bir gülümseme oturtmak zorunda hissettiği için kimse fark etmemişti içindeki fırtınayı, ateşi. O herkese liman, herkese omuz, herkese mendil olmaya çalışmıştı oysaki.

“Arkamdan ağlamayın’’ dedi titreyen sesiyle, resmi yerine koyarken. Dudaklarını ısırarak, yumruğunu sıkarak yeniden döndü masaya. İki cümle daha döküldü, baba yadigarı gümüş kalemin ucundan, gözyaşının damladığı kağıda:

“Kimsenin benim için ağlamasını istemiyorum. Mezarıma gelirken çiçek getirmeyin. Çiçekleri sevmediğimden değil, almayı beceremediğimden belki. Kopartılıp bir vazoya öylesine konulmuş çiçekler hep içimi acıttığı için belki de. Getirip öylesine çiçekler koymayın üzerime.’’

Masada duran kızının resmini aldı, öptü, sımsıkı bastırdı göğsüne. Onu nasıl bırakıp gidecekti?

“Meleğim, sen küçükken, sol göğsünün üzerindeki su damlasına benzeyen beni gösterip, bak bu ‘benim’, bana bir şey olursa elini üzerine koy, ben hep orda olacağım dediğimi unutmamışsındır inşallah. Hani bazen vedalaşır, öpüşür ayrılırdık, gözden kayboluncaya kadar arkamıza bakardık. Sen, uzaktan öpücük atardın, ben hepsini havada kapardım ya. Beni her özlediğinde, gökyüzüne, denize, yıldızlara, bulutlara at bir öpücük, mutlaka tutarım ben’’ yazdı. Artık hıçkırıklar yankılanıyordu odanın duvarlarında, boğazını bir el sıkıyormuşçasına nefes alamıyordu.

Balkona çıktı. Hanımeli kokulu havayı derin derin çekti içine. Boynuna kadar inen gözyaşları, ay ışığında parlayan yakamozlar gibiydi. Ayakta duracak gücü tükenmişti, balkon demirlerine tutundu. Sokağın karşına ani fren sesiyle durup, kapısı hızla çarpılan, yine aynı hızla uzaklaşan taksinin sesiyle düşünceleri başka bir boyuta kaydı. Karşı apartmanın 3’üncü katındaki tek odalı dairede oturan Gülizar’dı taksiden inen. Yüksek topuklu ayakkabılarıyla yürümekte zorlanarak, sağa sola yalpalayarak girdi bahçe kapısından. Tökezleyerek çıktı merdivenleri, anahtarı birkaç kez yere düşürdükten sonra açabildi apartmanın giriş kapısını ve kayboldu gözden. Kayıp bir hayattı onunkisi. 18 yaşında amcasının oğluyla evlenip gelmişti. Oğlunun gözü açılıp bir ‘yabancı’ gelin getirmeden baş göz etmek istemişti ailesi. Ama köyden büyük şehre bile gitmeden başka bir ülkeye gelen Gülizar onun hayatında bir yere oturamamıştı. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik bir adamla evlendiğini anladığında artık çok geçti. Öz amcası kendi oğlunun başını bağlamak uğruna Gülizar’ın başını yakmıştı. Ailesinin yanına da töre korkusuyla dönemedi. Birinci çocuğuna hamileyken yediği dayakta bebeğine bir şey olur korkusuyla, can havliyle, kış günü yalın ayak, başı açık karşı komşusuna sığınmıştı. Bir umut babasını aradı. Kardeşimle aramı bozma, beyaz gelinlikle çıktın, beyaz kefenle dönersin bu eve deyip kapatmıştı babası telefonu yüzüne. Hayatta çekmediği çile kalmamıştı Gülizar’ın. O da tekâmülünü tek başına tamamlaması gereken binlerce gurbet kuşundan birisiydi sadece.

‘‘Karşı apartmandaki Gülizar, yan sokaktaki Ayşe, ben ve niceleri… Kanadı kırık, bir yanı eksik, vatansız kuşlar sürüsüyüz bizler’’ diye mırıldandı. Çünkü yaşadıkları ülkede yabancı, vatan topraklarında Almancıydı onlar. Hepsi o vatanın farklı uçlarından gelip, orada aynı ortak kaderi yaşamışlardı. “Başına kırmızı kurdele bağlayıp, lohusa şerbeti içen kadınları kıskananlar derneği’’ kurmayı istedikleri günü hatırladı acı bir gülümsemeyle.

Tüm hayatını film şeridi gibi geçirdi gözlerinin önünden. Her karesine yeniden baktı, başkasının hayatını izler gibiydi. Yabancılaşmıştı kendine, zihni boşalmış, şiddetli duyguları yok olmuştu sanki. Ağlayamıyordu bile.

Sabahın ayazının da etkisiyle zayıf, güçsüz bedeni titremeye başladı, daldan düşmeye hazırlanan kuru bir yaprak misali.  Başının arkasında, omuzlarına kadar inen bir ağırlık, sol yanında bir yangın yeri vardı. Kalbi sıkışıyor, nefes almakta zorlanıyordu. Yaşamla bağlarının tek tek koptuğunu, kanının damarlarında akışının yavaşladığını hissetmeye başlamıştı. Artık hazırdı daldan kopup, savrulup gitmeye.

İşte o an duyduğu o sesle irkildi. Önce kulaklarına inanamadı, işaret parmaklarını kulaklarına götürüp hafifçe bastırıp bıraktı birkaç kez. Hala duyuyordu, kanı dondu bir an. “Deliriyor olmalıyım” dedi. Bu ülkede şimdiye kadar sadece çan sesi duymuştu.  Şu an kulaklarından girip beynini dolduran, dalga dalga, ılık ılık tüm vücuduna yayılan, içini ısıtan, kanının akışını yeniden hızlandırıp, kalbinin ritmini değiştiren bu sesle huzurlu bir değişim yaşanıyordu bedeninde, ruhunda. Delirme korkusunu silen, aklını başına getiren, huzura kurtuluşa davet eden yumuşacık bir ses:

“Hayye ale’l felah, Hayye ale’l felah” (haydi Kurtuluşa) diyordu.

“Allah-ü ekber, Allah-ü ekber” (Allah büyüktür)

“La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) diyordu.

Sanki başından aşağıya soğuk sular dökülmüştü. Bu duyduğu ses, iki görünmez el olup, omuzlarından tutup sarsmış; bedenini, ruhunu kendine getirmişti.  Kendini koca dünyada bir yere sığdıramayışı, bir yere ait hissetmek için, evim diyebileceği, sığınacağı bir kalp arayışı, sevgisizlikten, ilgisizlikten yaşama küsüşü anlamsızlaşmıştı. Bu bir uyarı, bu bir işaretti! Rabb’i ona kendine gel, bana sığın diyordu. O’nun sonsuz rahmeti, ışığı, sevgisi aydınlatmıştı birden kararan kalbini, ruhunu, en ücra köşesine kadar.

‘‘Lâ tahzen! (Üzülme!)

Rahman: (C.C), “Ben kırık kalplerdeyim” buyurmadı mı?

O halde ne diye üzülürsün ey can?

Gündüz gibi ışıyıp durmak istiyorsan;

Gece gibi kapkaranlık nefsini yak!..

“Derdim var” diyorsun;

Dert insanı Hakk’a götüren Burak’tır; sen bunu bilmiyorsun.’’ diyordu Mevlana.

Bugün kırık kalbinin derinliklerinde hissetti Rahman’ını. Nefsini yakıp, Hakk’a giden aydınlık yola çıkma günüydü bugün. İlk imtihanı geçmiş, ilahi bir nur ile aydınlanma başlamıştı.  Kalbinde küllenen iman ateşi alevlenmişti.

“Ne yapıyorum ben?”dedi, telaşla odaya koştu. Masanın üzerinde duran kağıtları aldı tekrar balkona çıktı. Telaşla yaktığı kibritin ucundaki ateşi dokundurdu kâğıdın köşesine. Önce büyüyen ateşi, sonra kül tablasının içinde küle dönüşünü izledi.  Yanan, o kara mektup değil ‘nefsi’ydi. Umutsuzluklarını, hayal kırıklıklarını, korkularını, geçmişin tüm izlerini de yakmıştı. Yıllardır hissetmediği bir huzur bir dinginlik vardı içinde. Mutluluğu, huzuru hep uzaklarda aradığını fark etti. Oysaki içinde gizliydi o inci. İnci olabilmesi içindi yaşadığı her şey, tanıdığı herkes. Hepsi tekâmülün bir parçasıydı. Ve duyduğu ezan sesi, gerçek sevgiliden gelmişti.

Gün ağarıyor, şafak söküyordu. “Çektiğim tüm acılar, yeniden doğuşum için çekilen doğum sancılarıymış,” dedi ve Kül tablasındaki külleri aldı avuçlarına, “bugün küllerimden yeniden doğuyorum, bugün benim doğum günüm” dedi ve tüm gücüyle üfledi, savurdu evrene…

Bugün benim doğum günüm.

İyi ki doğdum.

 

Şerife Eren Ünal

2 Aralık 1976 yılında Karaman'da doğdum. Anadolu Üniversitesi, İşletme fakültesinde ön lisans yaptım.18 yıldır İsviçre’nin Zürih şehrinde yaşıyorum. İki kızım var. Özel bir bankada Backoffice calışanıyım. Aynı zamanda Güzellik uzmanlığı eğitimi alıyorum. Değerli hocam İsmail Bülbül hocamdan aldığım Reiki 3B Master aşaması ile farkındalıklarımı keşfediyorum...

Yorum yap

İnternet üzerinden dijital yayın hayatına ilk olarak 2013 yılında başlamış olan Varoluş Dergisi, kısa bir aradan sonra şimdi yeniden okurları ile birlikte. Değerli yazarlarımız, Spiritüalizm, Reiki, Yoga, Astroloji ve Yaşam alanlarında, siz değerli okurlarımız için yazıyor…

Arşivler