Kaç uzun ve karanlık gece geçmişti uykunun, zümrüt yeşili gözleri ile randevusuna gelmediği. Bakışlarını tavandaki noktaya kilitlemiş öylece gözlerini hiç kırpmadan karanlığa bakıyordu. Saatin tik takları ve musluktan damlayan suyun sesi daha çok bozuyordu harap olmuş sinirlerini.
Günlerdir yemiyor, içmiyor, kimseyle konuşmuyor, sadece uzaklara dalıp gidiyordu Nazlı. Tüm aile onun bu aniden değişen durumundan dolayı endişe etmeye başlamıştı.
Oysa birkaç hafta öncesine kadar herşey sıradan ve normaldi. Eşi ve çocukları ile İstanbul’un seçkin bir semtinde, üç katlı, bahçeli bir evde yaşıyordu. Alt katta eşinin erkek kardeşi, üstte anne babası oturuyorlardı. Babaları ile birlikte aile şirketinde çalışıyordu iki kardeş. Nazlı, işletme mezunu olduğu halde, geleneklerine bağlı olan bu ailede kadınların görevi, ev işlerinin idaresi, çocukların bakımı ve eğitimi olduğu için çalışmıyordu. Onun için annelik, yeterince zaman ve sorumluluk gerektiren kutsal bir görev olduğu için bunu sorun etmemişti. Zaman zaman babasının onu emekli maaşı ile okutmak için yaptığı fedakarlıkları düşünüp içi sızlasa da üzerinde fazla durmazdı.
Yaz akşamlarında bahçede mangal yapılır, evin erkekleri şirketin işleri, ülkenin politik ve ekonomik durumu hakkında konuşur; çardağa kurdukları televizyonda heyecanla maç izlerlerdi. Gelinler, kayınvalideleri Müzeyyen hanımın talimatları doğrultusunda masayı hazırlar, toplar, çay demler, meyve tabaklarını hazırlar, tatlı servisi yaparlardı. Çoğu zaman sessizlik hakim olurdu kadınların masasında. Çay bardaklarının içinde dönüp duran kaşıkların sesi duyulurdu sadece. Arada bahçede ordan oraya koşturan çocuklara “Koşma, terleyeceksin. Yavaş, düşeceksin.’’ uyarıları için yükselirdi sesleri.
Kış geldiğide akşam yemekleri genelde Müzeyyen hanımın mutfağında hep beraber pişirilir, yenir ve çaylar içildikten sonra herkes evine geçerdi. Geniş, mutlu, birlik ve beraberlik içindeki bir ailenin parçasıydı Nazlı.
Fakat bu günlerde kalabalık içinde yalnız olmanın acısını yaşıyordu ve asıl yalnızlık cehenneminin, yalnız hissettiren insanlar arasında olmak olduğunu fark ediyordu. Konuşacağı, onu anlayacağına inandığı kimse yoktu etrafında. Koca şehir üstüne geliyordu. Gençliğinde, bu gelişmemiş şehir bana dar geliyor, köy gibi, insanları tutucu diye burun kıvırdığı, üniversite yıllarından sonra kalmak istemediği memleketini, annesini, kızkardeşini daha çok özlüyordu.
Bekli kökleri çekiyor, belki geçmişi hesaplaşmak için onu çağırıyordu.
Her şey bir rüya ile başlamıştı.
Ölümünü kabullenmekte hala direndiği babasını görmüştü o gece.
Mavi ile yeşilin koyun koyuna olduğu bir kıyıda uzaktan gördü babasını. Sırtı kendisine dönüktü ama uzun boylu, geniş omuzlu, dik ve kendinden emin duruşlu bu adamı nerede görse tanırdı. Dar, taşlı bir yoldan koştu babasına doğru. Ayaklarına çakıl taşları batıyordu ve sanki o koştukça yol uzuyor, mesafe artıyordu. Nihayet birkaç adım kalmıştı aralarında. Kalbi duracak gibiydi, nefes nefeseydi. Özlemle, ağlamaklı bir sesle seslendi “Baba…’’ Babası denize taş atıyor ve suda iç içe dağılan halkaları izliyordu. Nazlı’yı duymamıştı sanki. Dönüp bakmadı. Nazlı titreyen elini omzuna koydu, düğüm düğüm olmuştu boğazı ve zar zor bir kez daha döküldü dudaklarından ‘’Baba..’’kelimesi.
Başını kendisine çeviren yaşlı adam bir yabancıya bakar gibi baktı zümrüt yeşili gözlerine. Kalın kaşları çatılmış, simşek gibi sertti bakışları. Bu soğuk bakışlara buzdan bir hançer gibi göğsüne saplanan o cümle eklendi;
– “Kimsin Sen?’’
– Benim, Nazlın.. Papatyan.. diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Adam, bir taş daha attı denize ve yayılan halkalara çevirdi bakışlarını.
Nazlı, eşinin, “Sakin ol canım, sadece kötü bir rüya gördün.’’ sesiyle uyandı. Babasının ona bir yabancı gibi davranmasının, göğsüne sapladığı o buzdan hançerin acısını hissediyordu sol yanında. Soğuk bakışları gitmiyordu gözünün önünden. “Babam beni unutmuş!’’ cümlesini katık etti gözyaşlarına. Kulaklarında uğulduyordu o acı cümle, beyninin tüm hücrelerini dolaşıyordu kanata kanata.
Sen kimsin? Sen kimsin? Sen kimsin?
Cevaplar sıralanmaya başladı zihninde;
-Emekli öğretmen Mahmut Bey’in Nazlı’sı, papatyası
-Arda ve Beyza’nın anneleri
-Yönetim kurulu başkanı Turan Bey’in eşi
-Ömeriyan aşiretinden Müzeyyen hanımın gelini
Kendini, birilerinin adının yanına koyunca bir sıfat kazanıyor olması ne acıydı ve bu sorunun başka bir cevabı olmalıydı!
Bu düşünceler içinde sabahı sabah etmişti. Kalktı, banyoya gitti. Yüzünü yıkadıktan sonra uzun uzun baktı aynadaki yansımasına, ilk kez gördüğü bir yabancıya bakar gibi.
“Sahi kimsin sen?’’ diye geçirdi içinden, bu soruyu daha önce sormamış olmanın pişmanlığıyla.
Bu rüya bir işaretti. Sanki babası onu, bu gaflet uykusundan uyandırmak için ruhunu sarsmıştı.
O geceden sonra sustu Nazlı. Anonim bir senaryonun içinde, sorgusuz sualsiz geçirdiği yılları, geçmişini, bugününü sorguluyordu. Sadece sabit bir noktaya dalıyor, içindeki derin denizde, halka halka yayılıp kendini arıyordu. Rüyasında babasının attığı taşlar misali. O, “Kimsin sen?’’ sorusu ile başlayan, kendini bulmak için, kendi içine, özüne, hakikate doğru uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Sanki içinden ruhu çıkıp gitmiş, boş bir beden kalmıştı ondan geriye ve bu yok oluş onun asıl varoluşunun başlangıcıydı.
Peki sen hiç sordun mu kendine?
SEN KİMSİN?
Yorum yap