İnsanların yaşadıkları, iyi ya da kötü tecrübelerle öğrendikleri, kazandıkları, kaybettikleri, toprağa kendi elleriyle teslim ettikleri, kendi canından can verip dünyaya getirdikleri gelişimin en önemli basamaklarını oluşturur. Her bireyin hayata bakış açısı, ufku, yaşam görüşü, kişiliği, karakteri, ruhu da kendi bedeninin değiştiği gibi, yılların akışıyla, takvimlerden yaprakların eksilişiyle birlikte büyür, gelişir, olgunlaşır ve değişime maruz kalır.
Hiçbir şey yerinde durmuyor, hızla gelişiyor; güneş her akşam batıp, her sabah yeniden doğuyor, ağaçlar kabuk, doğa örtü, hayvanlar bile tüy değiştiriyorken, değişim rüzgarına ayak uydurmayıp direnen, yerinde kalan, yıllarla birlikte sadece yaş alan, koca bir ömrü boşuna geçirmiş olur.
Ağaran her saç telinin tecrübesi, yüzdeki her çizginin bir anlamı olmalı!
Peki ya birileri için değişmek! Karşındaki daha mutlu olsun diye, seni daha çok sevsin, değer versin, saygınlığın artsın diye olduğun gibi olmaktan vazgeçmek, kişiliğinden ödün vermek, kendin olmaktan çıkmak, her gün, herkes için ayrı maskeler takıp, farklı karakterlere bürünmek… Hepimizin yaptığı en büyük hata değil midir?
Baban seninle gurur duyuyorsa, hata yapma payını sıfıra düşürüp mükemmel olmaya çalışırsın. Halbuki hatalardır seni büyütecek olan, yapamazsın..
Ailen başka bir misyon yükler omuzlarına; sana verdikleri, damarlarında dolaşan kanın sorumluluğu vardır, ona layık olmak zorundasındır. Leke gelmemesi gereken bir ad, öne eğdirmemen gereken başlar olduğunu unutmamalısın.
Yavaş yavaş şekillenir davranışların, geleceğin, seçeceğin meslek, gideceğin üniversite hatta… Sana yol gösteren ayaklı pusulalar, yapman gerekenleri söyleyen suflörler dolaşır durur etrafında. Belki sen doktor olmak, Afrika’daki çocuklara ilaç götürecek, şifa dağıtacak; gönlünü yardıma, kendini “Yaradan’ın elleri” olarak insanlığa adayacak bir beyaz melek olmayı hayal edersin. Ama “doktorluk zor iş, gecesi gündüzü yok, oku oku bitmez, doğuya gider bitlenir gelirsin, yapamazsın sen oralarda, al bir eczacılık diploması otur,” derler, ideallerini baltalarlar, hayallerini yerinden sökerler… Susarsın… Aldığın eğitim, terbiye, yüzüne hafif bir gülümseme olarak çöker kalır. İçinde bir volkan vardır, patlayamaz. Tüm dünyaya meydan okumak, düzeni değiştirmek istersin, o gücün sende var olduğunu bilirsin aslında ama bir şeyler tutar içindeki özgür ruhu. Beyefendi/ hanımefendi rolü daha çok yakıştırılmıştır sana… O olursun…
Sonra çevre bir değişime maruz bırakır seni sen fark etmeden. Belki içinde bir deli vardır ve o deliyi kimse istemez. Canın istedi, içinden geldi diye yağmur altında avaz avaz şarkı söyleyip sırılsıklam ıslanmak yakışmaz akıllı uslu, yaşını başını almış birine. İçindeki yaramaz çocuk salıncaklarda gökyüzüyle buluşmak, rüzgarla uçurtmasını yarıştırmak ister ama çevrende takdir görecek bir davranış değildir bu. Yeni üstlendiğin görevler, sorumluluklar başka bir değişim rüzgarında sürükler seni, bilmediğin istikametlere. Evlenip eşinin soyadına layık olmak, onu bir kartvizit gibi temsil etmek yüklenir bir de. Bunun karşılığında senin sahip çıkamadığın (!) namusunun bekçiliğini yapacaktır o da. Çocuklarına örnek model olmak, komşu pencerelerdeki iki ayaklı mobeselere yanlış anlaşılmaya sebep verecek bir şekilde yakalanmamak için giderek daralır çember, hareket alanın kısıtlanır. Sen olmaktan çıkarsın farkında olmadan. Üzerine, sana uymayan, oturmayan, iki beden büyük gelen, eğrelti bir kişilik yapışır, sıyrılıp kurtulamazsın.
Hiçbir özgürlük sınırsız, hiçbir hak sonsuz değildir tabiiki. Ama çevre ve toplum baskısı altında ezilip, üzerimize yüklenen yeni kimlikler, evlat, eş, anne-baba, komşu gibi sıfatlara uyum sağlama, başkalarını mutlu etme, layık olma, ayak uydurma uğruna kişiliğimizden, karakterimizden, özümüzden uzaklaşmak ne kadar doğrudur? Çoğu psikolojik sorunların kaynağında yatan olay belki de kimlik arayışıdır. Yaşadığın hayatla kendini bağdaştıramadığın, bir başkası için yazılmış rolü oynuyor gibi hissettiğin oldu mu hiç? Aynaya bakıp gördüğün yüze “kimsin sen?” diyecek kadar yabancılaştın mı kendine?
Belki de kendimizi, hala dıştan gördüğümüz kadar, uzaktan tanıyor, içimize yapacağımız gizemli yolculuktan korkuyor ya da hep bir bahane bulup erteliyoruz o keşfi. Maskelerimizi çıkarıp, altındaki gerçek bizi gösterdiğimizde yanımızda kalanlar hayatımızda olmayı gerçekten hak edenlerdir. Yanlarında kendimiz olabildiğimiz ve bizi biz olduğumuz için sevenlerin sevgisi gerçektir. İçimize, kendimize, özümüze döndükçe gerçek bizi, yaşam sebebimizi, dünyaya geliş amacımızı, varoluş nedenlerimizi, orada, içimizdeki derinlikte bulacağız.
Özünü bilen Rabbini de bilir. Öze açılan kapıyı aralayabilirsek, gerçek ve sonsuz mutluluğa yaklaşmış olacağız. Eğer kendimizi o dipsiz kuyuda bulup çıkarabilirsek, kimse bizi sevsin, daha çok değer versin kaygımız; kariyer, statü, başarı gibi gereksinlerimiz; layık olmamız gerektiğine inandığımız ailemiz, rol model olma yükümlülüğümüz, başkaları ne düşünür endişemiz ve en önemlisi egomuz kalmayacak. Özü bulmak kendin olmakla başlıyorsa şimdi sor kendine.
Yorum yap