Zerrede ne varsa bütünde o vardır bilirsiniz. Parçalar birleşe birleşe bütünü oluşturur ve parçanın durumu bütünü etkiler. Şehri oluşturan mahalleler çarpıksa şehir çarpıktır, vücudu oluşturan hücrelerde sorun varsa vücut sorunludur, toplumun yapı taşı olan aileler bozuksa toplum bozuktur, aileyi oluşturan bireylerden birisi mutsuzsa aile mutsuzdur. Kısacası, parçanın sorunu birliğin sorunudur, birliği etkiler. Böyle bir durum varlığında tüm parçalar sorunu çözmeye çalışırlar. Tüm aile bireyleri sorunu olan aile bireyinin sorunu için çabalarlar, vücudu hasarlı hücreden kurtarmak için diğer vücut elemanları çalışırlar ve bütünün iyilik halini tekrar yakalamaya uğraşırlar.
İyilik halini yakalamak için sorun çözmenin varoluşta iki temel yolu vardır: ‘Savaşmak ve barışmak.’
Çözüm için ya probleme saldırılır, savaşçı yolla problem yok edilmeye çalışılır ya da problem için çözüm yolları yaratılarak yapıcı/barışçıl yolla problem iyileştirilerek çözülmeye çalışılır.
Hayatta kalmak için her iki yola da ihtiyaç vardır. Bir avcı, ormanda yabani domuzla karşılaştığında barışçıl yolu pek kullanmaz, ama günlük hayatta yaratıcı çözümlerle problemin çözülmesinin yeri elzemdir.
Makrofajları duymuşsunuzdur. Bağışıklık sistemimizin en temel hücreleridir. Vücutta bir sorun olduğunda, örneğin bir virüs vücuda girdiğinde, virüs ile enfekte olan hücre vücut için önemli bir risk, sorundur ve çözülmesi gerekir, yoksa bütün zarar görür. Bu durumu engellemek için hemen makrofajlar devreye girer ve problemi yukarıda bahsettiğim iki temel güdüden birisi ile çözerler. Ortamda nitrit oksit varlığında makrofajlar M1 alt tipine dönüşerek enfekte hücreye saldırırlar, onu yok ederek bütünü riskten korurlar. Ortamda ornitin varlığında ise makrofajlar M2 alt tipine dönüşürler ve enfekte dokuyu iyileştirerek vücuda katmaya çalışırlar, yani sorunu yapıcı yolla çözerler.
Bence bizler de küçücük hücre olan makrofajlardan farksızız. En azından sorun çözme güdülerimiz aynı. Onlar ortamdaki maddeye göre, bizler ise duygularımızın niteliğine göre şekillenip sorunu çözme şeklimizi belirliyoruz. Ortamımızda ve içimizde öfke, nefret, kıskançlık, korku gibi düşük frekanslı duygular olduğunda bizler saldırgan hale dönüşüyor ve yıkıcı oluyoruz (günümüzde çoğu zaman böyleyiz sanırım). Ortamımızda ve içimizde sevgi, hoşgörü gibi yüksek frekanslı duygular varlığında ise yaratıcı, iyileştirici hale geçiyoruz ve yapıcı çözümler üretiyoruz.
Saldırganız derken sadece fiziksel olarak saldırmak eylemini düşünmeyin. Yıkıcı, negatif, yapıcı olmayan, çözüm üretmek yerine sorun üretmek, sorunu büyütmek olarak da düşünebilirsiniz.
Şöyle birkaç örnek vereyim:
- Yürürken ayağınıza çocuğunuzun oyuncağı takıldı. Tepkiniz, “Oyuncağın ayağımı acıttı, lütfen oynadıktan sonra yerine kaldır” gibi çözüm içerikli midir? yoksa “bak yine toplamamışsın, oyuncağın ayağımı acıttı, her gün aynı şey, ne biçim çocuksun, bıktım senin dağınıklığından vs” gibi soruna odaklı mı?
- Cuma günü akşamı, eşinizle oturmuş hafta sonu için plan yapıyorsunuz. Eşinize, yarın “şuraya gidelim, bunu yapalım mı?” diye öneri mi sunarsınız, yoksa “hiç beni şuraya buraya götürmüyorsun, elalemin gitmediği yer kalmadı biz evde pinekliyoruz kaç zamandır, sen zaten şöylesin, hiç bana bunu bunu da yapmadın vs vs” gibi cümlelerle yıkıcı bir tavır mı sergilersiniz?
- Bir restorana gittiniz. Çorbanızdan saç teli çıktı. Garsona bağırır, çağırır, ortamı terk mi edersiniz yoksa garsona çorbanızdan kıl çıktığını, çorbayı içmek istemediğinizi, yeni bir çorba getirmesini veya ücretinin iadesini istediğinizi, yani çözümü mü söylersiniz?
Saldırganlık her zaman karşıdaki bir kişiye olmaz. İnsan bazen, hatta bence çoğu zaman kendine, kendi iç sesine saldırır. En sinsisi de budur. Mesela diyelim içinizde bir şeyi yapma isteği oluştu. Bu istek yetiştirilme şeklinizle, kişiliğinizle, yaşadığınız toplumun değerleri ile uymuyor veya o anki maddi durumunuzdan dolayı veya çevrenizdeki insanlardan dolayı bu isteği gerçekleştirme şansınız yok. Ne yaparsınız? Yıkıcı yönü ağır basan bir kişi iseniz içinizdeki isteği yok etmeğe yönelik düşüncelerle isteğinize saldırır, bu isteğinizi yok etmeye çalışırsınız. İsteği iyice bilinçaltına iter, bastırırsınız. Bu durum tabii ki çözüm olmadığından belli bir zaman sonra mutlaka patlak verir. Ya durduk yere gereksiz bir zamanda bir yakınıza bağırırsınız, ya bir iş yaparken sinirlenir hıncını işinizden çıkarırsınız vs. Ancak yaratıcı, kendisi ile barışık, barışçıl bir kişiliğiniz varsa, bu isteği o an olamasa bile gerçekleştirmenin yollarını ararsınız, ona dair düşünceler, fikirler üretirsiniz ve emin olun sonunda da gerçekleştirirsiniz.
Peki neden bu kadar yıkıcıyız?
Saldırganlık daha doğrusu zıttı olan yapıcılık, yaratıcılık cinsellikle alakalıdır. Cinselliği sadece karşı cins ilişkili mevzu olarak düşünmeyin, bir şeyler yaratma, yaratıcılık, yeni şeyler, olumlu yönde fikirler üretme, pozitif varoluş olarak da düşünün. Bu tarz durumların hepsi göbek altı çakra ile alakalıdır. Ayıplarla, günahlarla cinsel yönü bastırılan toplumlarda kişilerin bu çakraları kirli hatta tıkalıdır. Çocukken “sen ne bilirsin, ne saçma bir fikir bu, ne salaksın” vs gibi telkinlerle aşağılanan, değersizlik, beceriksizlik algısı zihinleri şartlanan kişilerinde bu çakraları düzgün çalışmaz. Zamanla kendilerine güveni giden kişi kendi ile barışamaz ve kendi ile içsel bir savaşa girer. Savaş varsa yok etmek esastır misali böyle kişilerin zamanla yaratıcı yönleri zayıflar, saldırganlıkları artar. Hayatta en ufak bir zorlukla karşılaştıklarında bile onu sorun olarak algılar, sorunu büyütür ve onun için çözüm üretemez olurlar. Çözüm üretemedikçe saldırganlaşır, sorunları büyütür hatta sorun olmayan şeyleri bile sorun haline getirirler. Sorunlar arttıkça daha da çözümsüz kalırlar daha da agresifleşirler. Böylece kişi kısır bir döngüye girmiş olur.
Ne yapmalı?
Bu kısır döngüyü kıracak olan en önemli şey sevgidir. Sevgi tüm çakraları olduğu gibi cinsel/göbek altı çakrayı da dengeler. Dengelenen çakralar sonucunda her çakra görevini düzgün yapar. Göbek altı çakrası düzgün çalışan kişinin de yaratıcılığı artar, sorun yerine çözüm yaratır.
Aman ne seveceğim, şu kişi bana bunu yaptı, ben ne zorluklar gördüm, şunları şunları yaşadım diyor olabilirsiniz. Tipik zihin direnişleridir bunlar önemsemeyin. Farkında kalın. Sevmeye gayret gösterin. Elinizde olanları görün, olmayanları değil. Dikkatinizi var olana verin ve şükredin. Bunların yanında yaratıcılığınızı artıracak şeylerle uğraşmaya gayret gösterin, yaratımı öğrenen zihin yaratıma şartlanır ve hayatı bu şekilde görür.
Ayrıca Reiki ile uyumlanmışsanız göbek altı çakraya çalışmanız, haftada bir çakralarınızı dengelemeniz ve çakra temizliği yapmanızı ayrıca duygu ve düşüncelerinizin farkında olarak ve yıkıcı terimler yerine yapıcı, olumlu içerikli kelimeleri kullanmanızı öneririm. Dilinizle zihniniz, zihninizle algınız, algınızla yaşamınız değişecektir.
Konu ile birebir alakalı olmasa da beni çok etkileyen, sosyal medyadan takip ettiğim bir ressamın bir gözlemi olan bir olay ile yazımı sonlandırmak istiyorum: Yağmurlu bir İstanbul akşamında, Eminönü sokaklarına teftiş için zabıta memurları geliyor. Zabıtayı gören işportacılar panikle tezgahlarını toparlayarak, sağa sola kaçışmaya başlıyorlar. İçlerinden birisi ise zabıtaları gördüğünde “yağmur yağıyor kaç, kaç, şemsiyeni aç aç aç” şarkısını söyleyerek, ıslık çala çala tezgahını topluyor, bir apartmanın girişine saklanıyor, zabıtalar gidene kadar bekliyor ve gidince tekrar tezgahını açıp satışına devam ediyor. Ne kargaşa, ne panik…
Hayat öyle de yaşanıyor, böyle de. Yıkarak da yaparak da. Sorun çıkararak da çözüm yaratarak da. Tercih kişiye kalmış. Ama en güzeli severek olsa gerek.
Emine NALÇACI MAVİŞ
Yorum yap