Çok uzun zaman olmuştu şehirler arası otobüs yolculuğu yapmayalı. Cam kenarındaki yerimi alıp, hareket saatini beklemeye başladım. Telaşla oradan oraya, elinde bavullarla koşturan, sarılan, vedalaşan insanlara bakıyordum. Kim bilir ne umutlarla, nerelere gidiyorlar, kimleri neleri arkalarında bırakıyorlardı. Kim bilir neler doluydu o bavullarda bir kaç parça kıyafet harici. Memleket kokan köy ekmekleri, kış için kurutulmuş sebzeler, kavanozlara doldurulmuş salçalar, turşular… Güzel günlerin tanığı birkaç fotoğraf belki. Bir parça hüzün, birkaç damla gözyaşı ve illaki hasret.. Ve illaki ayrılık acısı..
Otobüs terminalleri oldum olası hüzünlendirmiştir beni. Kavuşmaların da adresi olmasına rağmen, benim zihnime hep ayrılıkların cehennemi olarak kazınmıştır.
Otobüsün hareket etmesiyle sallanan eller, nemli gözler uğurluyor sevdiklerini. Ben ise kimsenin yolcu etmediği garip bir yolcuyum bugün.
Hayatım vedalarla dolu. Bir de vedasız gidenler var unutamadığım..
Arka koltuktaki kadının artık tutamadığı gözyaşları ve hıçkırıkları deliyor hem sessizliği hem içimi. Yıllarım uzak bir ülkede geçmişti. Ayrılığın ne demek olduğunu çok iyi bilirdim. En zoru da annemi geride bırakmaktı. Onunla her ayrılışımda, gözlerine son kez bakıyor olma korkusuna yenilirdim. Gidipte dönmemek, dönüpte görmemek vardı. Son dakikaya kadar tutardım kendimi ve o tekerlerin dönmeye başlamasıyla içimde bir şeyler ezilirdi, kopardı. Kalbimin bir kısmını bırakırdım her seferinde arkamda. Yavaş yavaş eskiyor ve eksiliyormuş insan her vedada. Belki kalpsiz, soğuk görünmem bu yüzden. Çabuk büyüyor gurbette içimizdeki çocuk. Donuklaşıyor, katılaşıyor. Artık ne dibine kadar düşüyorum acının içine, ne de sevinçlerimi abartarak yaşıyorum. Paylaştıkça anlam kazanıyormuş her şey. Benim kocaman bir yalnızlığım var elimde paylaşabileceğim. Onu da paylaşsam adı yalnızlık olmaz.
Şehrin kalabalığından çıkmıştık. Koca bir şehir ve içinde bıraktıklarımız çok geride kalmıştı. Tek tük evler, gri beton yığını fabrikalar, adeta görsel kirlilik yaratan dev reklam panoları geçiyordu gözümün önünden. Yol boyunca ağaçlar yapraklarını dökmeye, kendilerini sonbahara teslim etmeye başlamışlardı. Hasat edilen ekinler sarı bir örtü gibi sarmıştı toprağı.
Sahi hasat mevsimiydi bu! Ektiklerini biçmişti insanlar. Ya benim yıllarca iyilik ektiğimi, sevgi tohumları serptiğimi düşünürken elimde kalanlar? Herkesin her şeyi olmaya çalışırken kendimin bile hiçbir şeyi olamamıştım. Yüreğime serpecek umut tanecikleri bile kalmamıştı. Bir zamanlar Konya Ovası gibi verimli sandığım gönlüm nasıl kuraklaşmıştı.. Nadasa bırakılmış bir hayattı benimkisi artık. Bu muydu ektiklerim? Bu muydu hak ettiğim?
Keskin bir neşterle kesilmişçesine kanıyordu ruhum ince ince. Hazana durmuş dallarımdan dökülüyordu umutlarım sarı sarı. Ve ellerim toprak kokuyordu.
Önce birkaç yağmur damlası düştü cama.. Her bir damlaya huzur yükledim. Kurak topraklara dönmüş yüreğime, usul usul süzülsün istedim. Ömrümün sonbaharında yeni bir bahar uyanışı düşledim; ama doğada hazan, yüreğimde hüzün çoktan hüküm sürmeye başlamıştı .
Yollar kıvrıla kıvrıla uzuyor ve yavaştan gün akşama dönüyordu. Şiddetini artıran yağmurla, yalnızlığımı, çaresizliğimi ve kimsesizliğimi yüzüme vuruyordu Eylül.
Sanki bir iç hesaplaşma başlamıştı içimde kendimle ve geçmişle. Kendimle uzun zamandır yalnız kalmadığımı ve onu dinlemediğimi fark ediyorum. Ne yazık ki zihnimin yıllardır kullanılmayan evler gibi olduğunu, her şeyin üzerini örttüğümü, kapattığımı görüyorum üzülerek. Tek tek kaldırıyordum tozlu örtüleri. Altında gizlediklerimle önce yüzleşiyor, sonra savaşıyor ve sonunda barışıp affediyordum. Kırgınlıklarım, kızgınlıklarım, özlemlerim, öfkelerim tek tek çıkıyordu gün yüzüne saklandıkları yerden. Yıllarca açmaya cesaret edemediğim, kilitli sandıklar içerisinde biriktirdiğim ne varsa vedalaşıp özgür bırakıyordum. Yavaş yavaş ruhumun özgürleştiğini hafiflediğimi hissediyordum. Ne kadar ağır yükleri gereksizce biriktirmiş, taşımışım meğer..
Açmaya korktuğum bir kapının önünde duruyorum. Kalbimin sıkıştığını, yıllardır biriktirdiklerini kusmak istediğini hissediyorum. Açmalısın o kapıyı, yeter artık! diyordu isyankâr bir sesle. Ellerim titreyerek uzanıyor kapının koluna ve yavaşça aralıyorum. Karanlık bir oda burası, yukarıdan genişleyerek inen bir ışık hüzmesi var ve hüzmenin hemen altında küçük bir çocuk. Karnına doğru çektiği dizlerini iki minik elleriyle tutuyor. Karanlığın ortasında yapayalnız, terkedilmiş ve mutsuz. Yanına yaklaşıyorum usulca. Önce saçlarını okşuyorum. Yavaşça basını kaldırıp yüzüme bakıyor. Beni gördüğü için mutlu olmuş gibi. Yanına oturuyorum, ellerini avuçlarımın içerisine alıyorum. Affet beni çocuk! Seni çok ihmal ettim diyorum. Boynuma sarılıp başını göğsüme bastırıyor, gözyaşlarını hissediyorum ıslak ıslak. Saçlarını okşayarak devam ediyorum. ‘Artık seni hiç bırakmayacağım, seni hep sevip koruyacağım, hep yanında olacağım. Söz veriyorum sana.’
Bir kaçış, bir uzaklaşma olarak çıktığım bu yolda kendimi buluyorum aslında. Kendimle baş başa kalıp, içimde biriktirdiğim tüm yüklerden kurtulmama ve içimdeki çocukla yeniden barışmama vesile oluyor bu yolculuk. Ve ben son durağa varmadan iniyorum. Yeni bir bilet alıp ait olduğum yere geri dönüyorum. Kaldığım yerden mücadeleme devam edip, sonbahara inat yeni bir bahara uyanacağım. Hiçbir şey tesadüf değildi. Beni bu uzun yola çıkartan vardı. Artık biliyorum ki, ben O’yum; O, ben ve benim O’ndan gayri bir güce ihtiyacım yok.
Aşk’la kalın.
Yuregine saglik insan bu fani dunyada en cok kendini ihmal ediyormus meger….